13 Mayıs 2015 Çarşamba

Soyutlama

Hemen gireyim, hızlı ve sert olsun, he he:)

Efenim soyutlama;

Bir objenin özelliklerini veya özellikleri arasındaki bağlantıları, diğer bileşenlerden "zihnen" ayırarak tek başına ele alan, bilme formu ( veya bilme'nin bir yönü) dür.

Ki burada, hem sürece, hem de sürecin ürünlerine aynı ad verilir ve "soyutlama" denilir.

(Önemli not: soyutlama kavramı, dialektik mantık'ta , somuttan farklı olarak , tek yanlı ve gelişmemiş şey anlamına da gelir. Ama bu anlamıyla , "somut ve soyut" kategorileri içinde ayrı bir yer tutar ve  bu yazının konusu değildir. Dikkatle arz ederim :))



Başlangıç noktamıza dönecek olursak;

Çeşitli kavramlar ( örneğin hareket, madde, değer, vs) bu şekilde, yani "soyutlama" yoluyla elde edilirler. ( Nam-ı diğer:  bilme ile soyutlama arasında kopmaz bir bağlılık bulunur. Öyle ki, soyutlama olmaksızın "öz"ü açığa vurmak , "öz"ün tezahür eden farklı görünüşleri ile "öz" arasındaki karşılıklı bağlılığı kavrayabilmek,  veyahut kısaca: objenin "derinliğine" inebilmek imkansızdır.)

Belirli bir objeye veya objeler grubuna ait kimi özellikleri ve bu özelliklerin birbiriyle olan  bağlantılarını "zihnen" ayırarak tek başına ele almak, o objenin elemanlarına ayrılması ( pratikte her zaman mümkün olmayabilir), temel ve farklı yönlerinin tek tek ayrıştırılıp saflaştırılması ( bu da pratikte her zaman mümkün olmayabilir ), ve bu zihni ayırma ve saflaştırma sonucunda objenin baştan sona yendiden tahlil edilmesi... işte bu, soyutlama ile mümkündür ( daha doğrusu, soyutlamanın sonucudur) ve "öz"ü açığa vurmanın ve realiteye derinlemesine nufüz edebilmenin yolunu aralar.


Lenin de demiştir ki;

"Düşünce, -düpedüz saçma ve açıkça yanlış olmamak şartıyla- , somut'tan hareket edip soyut'a gitmekle, hakikatten uzaklaşmaz, bilakis hakikate yaklaşır. Bu nedenle, maddenin, hareketinin, tabiatın, değer'in vs. soyutlanması ( ya da özetle düpedüz saçma, absürd ve gayr-ı ciddi olmayan bütün soyutlamalar) , tabiatı ve realiteyi daha derinden ve daha tam olarak yansıtır."


Peki soyutlama'nın mahiyetini , özellikle de hangi durumda neyin zihnen yalıtılacağı ve objenin hangi yönlerinin soyutlanacağı belirelyen şey nedir?

Aslında bunun cevabı oldukça "genel" dir: İnsanın pratik faliyeti (hayatta kalma ve geçim-  yani sosyo-ekonomik formasyon)  ekseninde , insan zaten hangi objenin hangi yönleriyle yalıtılması gerektiğini, tabiata ait somut  ile zihni arasında sürekli dakikleştirir. Bu temel belirlenimle birlikte, bilme alanı tarihsel olarak sürekli ve sürekli yenilenir, genişler.

Ve ilaveten,  bizzat bilmenin "objesi" ve o objenin mahiyeti de, soyutlamanın mahiyetini ve oluşumunu belirleyebilir. Ki burda konu, gündelik bilinç ve temel maddi soyutlamalardan, daha spesifik bir alana, örneğin Bilim'e kayar. Bilim alanında yapılmış bir soyutlamanın bilimsel mahiyet taşıyıp taşımadığı sorusu ise, yine "pratik"in kıstaslığında cevaplanır.

 ( Lakin "bilimsel pratik" demişken, yine bir "görelilik" parantezi açmak durumunda kalırız. Çünkü, hakikatin kıstası, nihai aşamada  her ne kadar  "pratik" olsa da, "pratik" dediğimiz şey de ait olduğu çağın, genel bilgi, bilim, kültür , teknik , entelekti vs. ile şartlanmış olduğundan/ olabileceğinden, bilimsel bir soyutlamının hakikat kriterinin "pratik" kıstaslığında belirlenmesi de  aslında izafidir.)


 Fakat yine de,  bilimsel soyutlamaların, diğer soyutlamalara oranla... hani nası diyeyim, biraz da bir iyi niyetli"liliği , ya da çok daha az bir bilinçli çarpıtma kastı taşıdığı söylenebilir. ( Nihayetinde her bilimsel önerme, temelde çok daha "basic" bir prensiple, örn. gözlem, ölçüm ve belirli düzeylerde matematik sonuçlamaları içerir halde inşa edilir ve bu haliyle.. sanırım muadil diğer  soyutlamalara göre, biraz daha namusludur :)



Yine filozof kral Lenin'i anacak olursak, o da bu konuda şöyle demiştir;


 "Her ideoloji, tarihi bakımdan şartlanmışlıklar içerir. Ama şurası da çok az şüpheye yer bırakacak şekilde doğrudur ki; mesela dini ideolojiden farklı olarak, bilimsel her ideolojiye objektif bir hakikat ve çok daha berrak ve somut bir mahiyet tekabül eder"



Ek not: ( Soyutlama sürecinde, bazen insanın sübjektif imkanlarına itibar etmemek zarureti ortaya çıkabilir. Örneğin, doğal sayıların hepsini sayabilmek imkansızdır, ama bu imkansızlığı hesaba katmazsak, fiili (yani tamamen sayılmış) sonsuzluk soyutlamasına varmak gibi.)


Şimdii... Hazır böyle bir ek not düşmüşken,

Gelelim, soyutlama'nın ( hem süreç hem de ürün anlamında) başa bela olabilecek ( ya da insanı, gerçekte var olmayana erdirme ironisi içinde her türlü sisli düş ve hezeyana şutlayabilecek ) kritik ve bu kritiklik içinde her an kronikleşmeye müsait boğumcuklarına :)

Şimdiye kadar, yer yer Lenin'den de alıntılar yaparak yürüttüğüm konu, genel olarak diyalektik materyalizm'in "soyutlama" süreci ve sonucu üzerine söylemleri ekseninde idi...

Lakin bir de idealizm ve metafizik diye bir şey var, ve biraz da bunlara değinerek yazıyı tamamlamak daha faydalı olabilir :)

O da şudur;

Soyutlama ürünlerin (kavramların, fikirlerin) "varlıklaştırılması" ve Evren'in temel ilkeleri haline getirilmesi, idealizmin tipik özelliğidir. ( Bununla birlikte, idealizmin kendi öz kasıtlılığından öte, her bireyin en basit soyutlamalarda bile idealizme yelken açacak/ açabilecek kanaatleri düşebilmesi mümkündür. Çünkü, soyutlama aşamasındaki düşünce süreci ile ilgili "güçlükler", spekülatif bir tarzda ele alınmaya her zaman müsaittir.)



Lakin idealizm'in saf kasıtlılığı ve tahammüden işlediği zemin, özünde soyutlama'ya, zihni faaliyet dediğimiz şeyin objektif dünya ve insan pratiğiyle hiçbir ilgisi bulunmayan bir ürünü olarak bakmasıdır ve diğer her kategoride olduğu gibi, bu kategori de kendi "tarihselliğinden" koparılıp,  "kendinde kendi" ve "mutlak" bir şey haline getirilir.

İşte bu soyutlama anlayışı, modern pozitivizm'den diğer envayi çeşit idealist akımlara kadar, hepsinin karakteristiğidir.

Bakire meryemden babasız doğan..
Işık kadar ışık, tanrı kadar tanrı.
Kavramı da işte böyle göğe çıkarır :)



12 Mayıs 2015 Salı

Kavram

Kavram için, zurnanın zırt dediği yer de denebilir aslında..

En azından,  belirli bir felsefi netliğin olmadığı ortamlarda, karman çorman tartışmalarda, yeniden inşalarda, zavallı "kavram"ın adeta antik bir Yunan'ın kölesi gibi ne "korkunç" muamelelere maruz kaldığını düşünürsek..

Neyse :)

Kavram;

Dünyanın, realitenin, insan zihninde "yansımasının" bir formudur.

Ve bu yansıma sayesindedir ki, fenomenlerin, süreçlerin, ve hareket halindeki maddenin kavranması ve bunlara ait asli/tali unsurların "genelleştirilebilmesi" sağlanır.

Bu haliyle kavram, bilginin bir alt evreden bir üst evreye yükselen tarihi gelişmesini yansıttığı kadar,  aynı zamanda bu tarihi gelişmenin bizzat bir ürünüdür de.

"Bilme" ve "bilgi" ( ki bunlar da realitenin insan bilincindeki yansımasının birer formudurlar) pratiğin temelleri üzerinde gittikçe derinleşen "kavramların" bir özetidir aslında ve sürekli tekabül eder. ( eski kavramları tashih eder, ayrıştırır, yenilerini formüle eder, vs, vs)

Bu nedenle "kavramlar" statik, mutlak ve nihai değillerdir. Ancak her formu ile ( sisli düşlere dalmadığı ve gerçeklikle ilişkisini absürt düzeyde koparmadığı sürece) realitenin göreli ve sadık yansısına doğru ilerleyen bir gelişim süreci içinde yer alırlar.




Kavramlar, temel fonksiyonları bakımından,  bir dilin kelimelerini "anlamlandırırlar".

Belirli objelerle, belirli kelimeler arasında bir bağ kurarlar.


Aslında, kavramın mantıksal fonksiyonu, bizleri, pratik ve bilgi açısından ilgilendiren objelerin belirli yüklemlerini (özelliklerini) düşüncede ayırt etmektir.

Kelimelerin anlamlarının açık seçik belirmesine ve düşünce sürecinde bu kelimelerle iş görülmesine imkan tanıyan şey de budur. (Bendeniz naçizane,  objelerle kelimeler arasında bağ kurmaya ve akabinde "iş" görmeye olanak sağlayan bu süreci, "kelimelere sürtünme kuvveti kazandırmak" şeklinde betimliyorum.)

Dikkat çekici bir diğer husus ise;

Obje sınıflarının kavramlarda farklılaşması ve "genelleştirilmesi"nin, tabiat kanunları ve bilgi üretiminde vazgeçilmez bir şart olmasıdır. Her bilim dalı, bilimde biriken ve yoğunlaşan kavramlar aracılığıyla iş görür.

Bu bakımdan, Lenin'in de karakterize ettiği gibi, "kavramlar" beynin ve bilincin en yüksek ürünleri arasındadırlar.

Öte yandan,Kavramların oluşması, oldukça  karmaşık bir süreçtir.  ( Duyusal yansı formlarından "kavram"a geçiş, kıyaslama, analiz, sentez, soyutlama  idealizasyon, genelleştirme, vs..)

Bilimsel kavramlar, objelerin varlıklarına ve mahiyetlerine dair varsayımlara dayanılarak meydana getirilebilirler ( örn. atom kavramı böyle doğmuştur)



Bununla birlikte, bazı objelere ait kavramlar, gelişmenin kanunlarına ve eğilimlerine dayanılarak, o objeler henüz mevcut değilken de meydana getirilebilir. ( Örneğin, hümanizm, ya da sosyalizm gibi kavramlar, henüz kendileri mevcut değilken meydana getirilmişlerdir)



Amma velakin, belki ilk bakışta göze çarpmayan bir başka husus da şudur;

Her "kavram" , o kavramın realiteden belirli/makul oranlarda ( ki bu makullük bir meziyettir, bu bakımdan felsefi partizanlık iyidir :) sapma olarak tezahür etmesine yol açan bir "soyutlamadır" aynı zamanda.

Çünkü çoğu zaman, bir objeden "tek başına ayrıştırılıp somutlaştırılması mümkün olmayan" kimi özellik ve ilişkiler, bilme sürecinde bir enstrüman olarak kullanabilmek maksadiyle,  yalnız zihinde olmak süretiyle ayrıştırılır  ve soyutlanır. Burdaki maksat ve işlev, zihinde ayrıştırılmış bu kimi soyutlamalara "varlık" atfetmek değil, ( tanrı bizi idealistlerden korusun :) bilakis, bu özelleştirilmiş kavramlar  aracılığı ile,  realitenin daha derin bir bilgisine nüfuz edebilmektir.

Kavramların genelleştirdiği obje ve süreçler ne kadar hareketli ve esnek ise, realitenin bir yansısı olan her bilimsel kavram da o kadar hareketli ve esnektir.

Fiolozof kral Lenin'in de kaydettiği gibi;

Bir kavramın dünyayı kavraması ve anlatabilmesi için, yontulup inceltilmiş, üzerinde işlenmiş, esnek, hareketli, izafi , karşılıklı bağlılık ve karşıtların birliği içinde olması gerekir.

Bu bakımdan, kavramların esnekliği, hareketliliği , karşılıklı bağlılığı ve karşılıklı değişebilirliği, diyalektik mantık'ın kavram öğretisinin en temel yanını teşkil eder.



Öte yandan;

Kavram'da sadece genel'in tespit edilmesi, Tekil'in ve tikel'in varolmadığı anlamına gelmez.

Bilakis, ancak genel'e dayanmak suretiyledir ki, tikel objelerin çeşitliliğini ve tek bir sınıfa giren tekil objeleri ayırmak mümkündür.



9 Mayıs 2015 Cumartesi

Antinomiler


Daha anlaşılır bir biçimde ifade etmek gerekirse;

Muhakeme sürecinde, birbiriyle çelişken, ama aynı zamanda eşit derecede sağlam iki çıkarsamanın ortaya çıkmasıdır.

Antinomi kavramı, daha Antik Çağ'da bile bilinen ve kullanılan bir kavramdı. ( Örn Platon, Aristotales, vs) Onlar, "aporia" terimini bu anlamda kullanarak, "karşıt muhakemeler arasında eşitlik"i ifade etmişlerdir.

Şu meşhur, kaplumbağa ile koşucu Aschilleus hikayesinden, koşucunun mantıken kaplumbağayı asla geçemeyeceği ve hareketin imkansızlığı  "hükmünü" çıkaran Elea'lı Zenon da, "aporia" terimini benzer anlamda ( hareket ve çokluk hükümlerindeki çelişmeleri ifade etmek için) kullanmıştır.




O çağda ele alınan bu ve benzeri antinomileri bir çoğu, günümüzde artık "semantik antinomiler" kategorisinde kendilerine yer bulmaktadırlar. Yani daha çok dil içinde, belirli bir dile ait ifadeleri "nesne" olarak ele alan önermeler içinde ortaya çıkan durumları ifade ederler..

Bunlardan en meşhur olanı, Milet'li Eubilides'e atfedilen sahte antinomidir. Bu antinomi şöyle formüle edilir; "( Parantez içinde okumakta olduğunuz bu cümle yanlıştır : )


 
Bu tür,  semantik antinomiler teşkil eden durumlarda yapılacak şey, (ya da çözüm) dil-ötesi, objedil gibi alanlarda uğraşı vermekle sağlanabilir.


Öte yandan, sonraki dönemlerde, örn. skolastik mantıkçılar ve takipçileri, antinomilerin formülasyonu ve analizine bi hayli kafa yormuş ve büyük önem vermişlerdir.

Belki tam da bu noktada, ismini anmadan geçemeyeceğimiz filozof ise; toprağı bol olsun, fakültede tıbbi deontoloji ve etik kürsüsü başkanlığı yaparken derslerini büyük bir keyifle dinlediğimiz Prf. Dr. Fuat Aziz Göksel'in en gözde filozof'u olan: Immanuel Kant'tır.

İsmini anmadan geçemeyeceğimiz dedim, çünkü Kant için antinomi , başka hiçbir filozafta göremeyeceğimiz kadar önemli bir yer tutmakta,ve  antinomi'yi en derinde, kendi felsefesinin temel tezini doğrulamak için kullanmaktaydı.


Neydi bu temel tez?

Şuydu; Kant felsefesine göre, müdrike (yani bilme yetisi, entelekt, us'a vurma gücü vs) duyumsal deneyim sınırlarını aşamaz ve "kendinde- şey"i ( res per se) kavrayamaz.


İşte Kant, "saf aklın antinomileri" noktasında böylesi teşebbüslerin, bilme ve anlama noktasında zihni çelişmeye götürdüğünü, çünkü hem Tez'i, hem de bu Tez'in inkarını (yani anti-Tez'i) ispatlanabilir kıldığını söyler.

Söz konusu "saf aklın antinomileri" ise şunlardır;

1) Evren sonludur- Evren sonsuzdur

2) Bölünmez parçacıklar (atomlar) vardır- Bölünmez parçacıklar yoktur ( her bütün basit parçacıklardan müteşekkildir- basit olan hiçbirşey yoktur)

3) Dünya başı bozukluk içindedir - Dünya başı bozukluk içinde değildir

4) Evrenin bir ana sebebi vardır- Evrenin bir ana sebebi yoktur

5) Bütün süreçler/ aksiyonlar nedenselliğe tabidir - Nedenselliğe tabi olmayan süreçler de vardır

6) Mutlak bir asli varlık vardır - Mutlak bir asli varlık yoktur

7) Insan özgürdür - Insan özgür değildir

Vs..vs...

Bu antinomiler üzerine , Kant felsefesi bağlamında ayrı bi makale yazılabilir ve tartışılabilir. Ancak şu anki başlığımız "antinomiler" olduğu için, şimdilik buna girmiyorum.

Ama başlık ile ilgili olması nedeniyle, şunu söylemek durumundayım;

Kant'ın antinomileri , günümüz/ modern formel mantık antinomiler içinde yer almaz/alamazlar.

Çünkü bu antınomilerin ihtiva ettiği tez ve anti-tezler, "mantık" bakımından doğru veya yanlış olarak "temsil" edilemezler.


Son olarak;

Semantik olanları bir kenara bırakacak olursak, Antinomi, bir kimsenin düştüğü sübjektif bir hata demek değildir.

Bilakis, bilme sürecinin diyalektik tabiatına, özellikle de form ile muhteva/ içerik  arasındaki çelişkiye dayanır.

Antinomi, bir muhakeme sürecinin belirli bir formülasyonu ( ki bu formülasyon tam olarak kavranamamış  olabilir , fakat aslında her zaman vardır) çerçevesi içinde ortaya çıkar. Ve bunun böyle olması ise, o formülasyonun sınırlılığını ve yeniden düzenlenmesi gerektiğini gösterir.

Antinomi'nin çözülüşü ise, daha yeni ve daha tam bir formulasyonun, yani ifade edilen muhtevaya/ içeriğe daha uygun düşen bir formulasyonun ortaya çıkması demek olur.