27 Nisan 2013 Cumartesi

Mjöllnir ve kalbur saman...


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde.. Deceler tellal, pireler berber iken.. ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken..


Öyle sanıyorum ki;

Bu dizelere duyduğum hayranlık hiç bitmeyecek.

Armoni..

Sanki bir damla masal sağanak olup bastıracak ve yağmurda açan kanatlarıyla yüzlerce minik çan..


Mjöllnir: Tanrı Thron'un sahip olduğu, adının anlamı "parçalayıcı" olan kocaman bir çekiç. aLınTı: ViKiPeDi

Çekici Brokk ve Eitri isimli iki cüce kardeş yapmıştı.. Çekiç yapılırken Loki sinek kılığına girip cüceleri ısırarak rahatsız edince bir kaza olmuş, çekicin sapı kısa kalmıştı..



Yanıp Sönen R: 

kötülük tanrısı, LoKi.. Çekiç yapılırken sinek kılığına girip cüceleri rahatsız edince.. bir kaza olmuş.. ve çekicin sapı bu nedenle kısa kalmış.. 

Hangi kelimeyi kullanırsam hayranlığımı daha iyi ifade edebilirim?


BAŞTAN ALALIM

evvel zaman içinde, kalbur saman içinde..
develer tellal, pireler berber iken..
ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken..
Brokk ve Eitri adında iki cüce kardeş varmış..
birgün bu ikisi bir olup bir çekiç yapmış..
ama onlar çekici yaparken kötü Loki sinek kılığına girip cüceleri ısırınca..
bi kaza olmuş..
çekicin sapı kısa kalmış..


nob sridu
yağmurun bastırdığı ve çanların kanat çıkarmaya başladığı yerde
:)




Mitoloji ve..

Tarihin ilk dönemlerinde ortaya çıkan mitler ve fantastik imajlar (tanrılar, efsanevi kahramanlar, destansılar) değişik tabiat ve toplum fenomenlerinin "genellenmesi" ve açıklanması çabasıydı muhtemelen.

Bu konuda Marks; "Bütün mitolojiler, tabiat kuvvetlerini muhayyileyle bertaraf eder, birbirine ve karşılıklı bağımlaştırır ve oluşturur" der. 

Yani Marks'ın deyişiyle mitoloji, tabiatın bilinçsiz* olarak yeniden yaratılmasıdır aslında. 

Ve burada tabiat, sadece doğa değil, içinde toplum da olmak üzere maddi olan herşey anlamındadır. 

Zaten antik toplumdaki dünya görüşlerinin pek çok yanları, mitoloji'de anlamını bulmuş karşılıklarıyla izlenebilir.


Yan başlıkta sevgili oik0s'a ilave etmek isteyip yarım bıraktığım şeye gelince.. 

Miras-ı muhayyile.

Hemi de "üretilmiş" somutla.

Daha değişik bir şekilde söylemek gerekirse; 

Bugün mitolojik imajların, çeşitli branşlarda ve sanatlarda sıkça ve halen kullanılmasının altında, belki de -ya da bana göre- doğayla birlikte toplumun bu yeniden yaratımının "artistik" mirası yatmaktadır.

Alt kırınımları bambaşka ve kapsamlı bir yazının konusu bile olabilir.

Ama reddi miras? 

Hele ki cahiliye, hele ki tahrif, hele ki sapkın, hele ki gönül gözü zartı zurtluğunda..

                                                           Vah vah..



İşte şimdi şu yukardaki fotoğrafa bakıp "harem" filan zannedebilir insan.
Mazallah
:)


25 Nisan 2013 Perşembe

Madde /İde /Felsefe


Aristotales ve Platon..

Eski yunan'ın bu iki "demirbaşını" her zaman, her daim ve hemen herkesin övgü ve/veya ilgisine mazhar kılan şey ne olmuştur derseniz eğer, o tek bir yazının konusu olamayacak (veya sığamayacak) kadar "geniş" kaçabilir şüphesiz.

Lakin gerçek biraz da böyledir.

Örneğin kilisenin vazgeçilmezleri arasında bulunan Aristotales için, Lenin  de "materyalizmin kıyısına kadar gelmiştir" der. Ve Platon için bu kadar cömert olmasa bile, bütün felsefe tarihinin O'nun yazdıkları üzerine tutulmuş notlardan ibaret olduğu benzeri bir komplimana yine de karşı çıkmazdı sanırım.

Aslında eski Yunan'ı anlamak, bir tarafıyla kolayken diğer tarafıyla zordur.. Çünkü birbiri ardına gelip geçmiş pek çok düşünür ve dahi, muhtemelen pek azımızın dikkatini çekmiş bulunan ve ilk bakışta çok da kolay farkedilemeyen bir bahçe içinde dolanırlar. Kısaca özetlemek gerekirse; Tanrıların kabul edilip dinin reddedildiği bir bahçe diyelim..

Örneğin belki ilginç gelebilir ama, Hitler'in III. Reich'ı için düşlediği de -bir anlamda- buna benzer birşeydi aslında. Sadık SS'lerini mitolojik bazı kahramanlar eşliğinde resmettirdiği pek çok sanat eserinden tutun da, pagan görselliği ve bu görselliğin kendine özgü meydan okuyuşu ve estetiği içinde  şekillendirilmiş sayısız sivil/ askeri tören ve şenlik, ve daha çok üst düzey nazilere ait farklı ve yine kendine özgü ilave ritüelleriyle faaliyet gösterecek olan özel kiliselere kadar daha pek çok şey.. (Himmler'in SS'leri için tasarladığı mabetimsi yapılar vs)

Ama biz yine Aristotales ve Platon'a dönecek olursak; Bu iki dehanın tarih boyunca ve nerdeyse kesintisiz bir biçimde devam eden yolculuklarını izlemek her daim mümkün.. Örneğin İsa'nın ardından gelişip yayılmaya başlayan hristiyanlık, takip eden bir kaç yüzyıl içinde hem Aristotales'i hem de Platon'u çoktan hristiyanlaştırmıştı bile.. Ve Augustinus ile olgunlaşmaya başlayıp Aquina'nalı Thomas'a kadar uzanan bu dönem öyle bir noktaya erişmişti ki; örneğin kilise deyimiyle (veya dönemin akademik diliyle de denebilir) bir konu hakkında derin bir araştırma yapmak demek "Aristotales ve Platon o konuda ne demiş, ne yazmış, ona bakmak" demekti.

Daha derin bir araştırma ise,  bu ikisi hakkında yazılmış bir kitabı okumak (örn.Augustinus ve Aq.Thomas) olabilirdi ancak.. Bu iki filozofun etkisi o denli büyüktü ki, nerdeyse bin yıldan fazla bir süre boyunca yerler ve gökler bile onların anlatılarıyla bilindi ve hiç şüphe edilmedi. Dahası, tüm bu anlatılar kutsal kitap tasvirleriyle özdeşleştirildi..


Yani deyim yerindeyse; hazırı vardı herşeyin. Astronomi mi mesela, kusursuz küreleri ve o son kürenin üzerinde asılı duran yıldızlar yeterliydi.. Zaten daha ötesi yoktu ve orası evrenin son noktasıydı. Ya da botanik mi.. 14. ve 15. yüzyıllara gelindiğinde bile, Antik yunan konteksinde yer almamış bir çiçek'in -ilk defa örneklenmiş bile olsa- hiçbir önemi yoktu, değersizdi ve ihmal! edilebilirdi. Fizik derseniz, yine Aristotales'in söylemiyle yer cisimleri ölümlü ve kusurlu, gök cisimleri ise ölümsüz ve kusursuzdu. Keza mantık.. ki çok uzunca bir dönem boyunca tanrının akıl yoluyla kavranabileceği ve inancın da akıl yardımıyla ispatlanabileceği savunuldu ve bunun matematik/mantık yolları zorlandı.



Öte yandan, müslümanlar için de durum pek farklı değildi. Onlar da bu iki filozofla yakından ilgilendiler ve hatta hristiyanlara göre çok daha derinlemesine irdelediler. Örneğin Arsitotales'in sadece mantığı ile yetinmediler. Lakin okuduklarını da bir çırpıda ve nerdeyse bin yıllık bir suskunlukla unuttular. Bugün yeni yetme bazı islam düşünürlerinin vahy ile aklı uzlaştırma ve inancı akıl yoluyla ispatlama çabaları ise, tarih boyu hem matematik hem de mantık şablonları eşliğinde ve bütün ihtiyat birlikleri sevkedilerek verilmiş, ancak yine de kaybedilmiş bir büyük taktik/felsefi savaşın varlığından habersizce devam ediyor oluşu bakımından tuhaf ve trajikomik bir olgudur aslında.

Yani işi felsefeye vurursak, cami kilisenin gerisindedir hala.

Ve bugün gelinen noktada; Aristo da Plato da yaşıyor.. Kaderleri derseniz eğer, Aristotales'inki biraz da Kant'ınkine benzer. Çünkü bünyesinde hem materyalist hem idealist ögeler barındırır, hatta biraz da karasızdır. Ve onun için; hani deyim yerindeyse isteyen istediğini seçip alır. Zaten sahip olduğu bu dualist ve kararsız yapıdır ki, hem kilise tarafından hristiyanlaştırılmasına hem de Lenin'in iltifatıyla tanışmasına yol açmıştır.

Buna karşın Platon idealist felsefnin özünü teşkil etmesi bakımından hala saftır. Onun varlığı açıklamak için kullandığı kavram "ide" dir ve bu ideler bildiğimiz nesnelerin maddi ve izafi olmayan asıl formları olarak, ebedi, göksel, ötesiz, doğumsuz, ölümsüz, zaman ve kayıt dışıdırlar. Zaten sahip olduğu teorinin asıl adı da; "nesnelerin maddi olmayan formlarının varlığı" teorisidir. Asıl ve mutlak varlığı bu şekilde "ide"leştiren Platon, ide'nin karşısına da "varlık olmayan'ı" koyar ki, bu da -bildiğimiz- madde ve mekandır. Hissedilebilir dünyayı ide ile maddenin bir ara durumu olarak tanımlar. Ve idelerin aksine, dünya objeleri sınırlı, izafi, zamana ve mekana bağımlıdır. Bilgi teorisi de buna uyum gösterir, örneğin Platon'a göre öğrenilen herşey aslında bir anımsayıştır. Ve böylece özünü idea'da, güvencesini is sonsuzlukta bulur.

Sonraki dönemlerde teoloji ile özleşmesinde (daha doğrusu kusursuz bir harç malzemesi olabilmesindeki) espri* de de budur:)

Vakit buldukça detaylarını yazacağım.
Lakin şimdilik kısa bir not düşmem gerekirse;
Bütün bir insanlığa ait felsefe tarihi, aslında tek bir insanın kendi yaşam sürecinde geçirdiği evreleri andırıyor biraz da..
Çocuktan yetişkinliğe..
Platon'la ilk soyutlama* yeteneği başlarken, Aristotales'le ilk sorular geliyor usulden.
Baba bu ne, kremit neden kırmızı, demir ağacı olsa demirden tahta olur mu vesaire..
:)
Sonra büyüyor tabi, aşkı tanıyınca bir başka: Spinoza.
Parasız aşk karın doyurmayınca Marks..
Eee, bi de James William var tabi.
Her an her yerden çıkabilir ve zart diye dalabilir kavşağa:)

18 Nisan 2013 Perşembe

Çocuk

Politik sonuçlarını Fransız devriminde bulacak olan gelişmelerin bir çoğu 18.yüzyılın ikinci yarısında şaaparkene..

E ama yeter.

Çocuk..













Sadece, çocuk.


Ve daha bir kaç asır evelinde kilisenin demirbaşından çıkıp devletin olma yolunda emeklerken, Augustin'in velayetinden alınıp Rousseau'nun "insaniyetine" devredilen çocuk.

Tarih.. ve yüklenen erek (O daha başka bir mesele elbet)

Ama biz devletin çocuğu olarak doğduk.
Sorsanız derler ki; Rouessau kesmiştir bizim de göbeğimizi.
Oysa ruhumuzu besleyen mama, yine de Cizvit menşeyliydi.

Siyah önlüğün beyaz yakası. Kolalı. (Şimdilerde kalmadı)
Internat. (bknz. almancası)
..schon schaukeln werden wir das kind> dercesine sanki:
Devrik bir cümle edasıyla hani.

Onbir yaşımda avuçlarıma bırakılan bir başka pedagojik hadise.

Sınıftaki kürsü.
Yüksek.
Öğretmen ve ses.Yankısı soru işareti.
Koridor. Köşesi tehlikeli.
Sessizlik. Bize. Tebeşir.Toz.
Ve zaman;
Bir prusya nizamnamesi..
Taksim edilmişti gün.
Etüd saatleri. Işık. Onbuçukta kapanır. Saçlar.Bir santimden fazlası yasak.Makas.Fellik fellik kaçanlar. Ve kızlar.Ayrı sıralar.Suç.Ceza. Avuçta patlayan sopa.Yazılı.sözlü.Münazara;


Süt siyahtır.

Kazanmıştır.

Kazan.

Kaz.

ka..

k..

Kazdık.kazanda yıkandık. Kazandık.


Efendi ve uslu çocuklardık.

Zaten efendi ve uslu olmasak; bütün o fırlamalıkları (ki yazmadım daha) yukardakilerin arasına hayatta sıkıştıramazdık.

Yine de cumartesiydi, en güzeli.

Sağım, solum, önüm, arkam der gibi açıp gözü.. 24 saatlik mesafede olurdu en yakın sobe.

Sonra telefon yazdır ve bekle.

Neşe:)



17 Nisan 2013 Çarşamba

eski/ yeni /hırsız/ sepet

Öyle bir olgu ki;

İnsanı ve kültürü yanlışlıyor.

Tam da bellek, ve tam da bütün tarihselliğiyle üstelik.

Kesici bir ilişki.

Öz'le görünüşü birbirinden yalıtan.

Ve kalıyor.

Hangi bağlamda... olursa olsun.

Pek çok ritüel ve form korunurken, mutasyona uğruyan muhteva (hafıza kaybı)

Ya da tümüyle boşaltıl.

Din

Bir nevi, sosyolojik bir organ transplantasyonu.

Lakin işin püf noktası şu ki;

Nakledilen organ, bir böbrek veya ciğer değil, bizzat beynin kendisi.

Yaa.. Kaşla göz arasında,  çok kötü bişey oldu sanki.

Oldu tabi:)

Sizin olan sizin değil ve siz bile değilsiniz artık >üçüncü tekil şahıs.

Sonrası aslı, aslı astarsız, öncesi kayıp.


Ve bir başka bedende gözünü açan insan. (siz değilsiniz lakin, başkası)
Eller iki, parmaklar beş.. Bakıp sayması güzel ama, yine de farklı. Sonra aynada baş tara, banyo yap, yıka..



Avrupa hıristiyan mı mesela? Hıristiyan.. Peki ya güney Amerika?.. Ortadoğu, Avustralya, Afrika? Bittabi.

Yolcusuz bilet,  kendi "başına" kesilmiş..

Oysa ben Avrupa'ya baktığımda, Roma'yı görüyorum hala. O hem sevip hem döven, kanun ve şehircilik ustası eski Roma.

Ya da küçük bir Meksika kasabasında çalan çan, Napoli'dekiyle aynı bile olsa.. Yine de şıp diye anlıyor insan, Sezar'ın hiç uğramadığını oralara..

Sonra Afrika..

Kilise aynı belki, ama bu kez de ne Roma, ne Meksika.

Ve Peru'nun hıristiyan dağ köyleri vardı geçenlerde..Hani o anı ölümsezleştirmek için fotoğraf çeksen; onlar da hıristiyan elbet. Ama yürüyüşü inka, duruşu inka, çıplak ayaklı sertliği ve mesih'i andığı tören bile inka..

                              Yani bendeniz, nereye gitsem aynı kartpostal çıkıyor karşıma;



Yeni beden içinde eski ve kırık gölgeler.
Yeni olan beden değil halbuki, şimdi hırsız sepetinde başsız bir heykel.
Eski gölgenin yeni sahibi ve hafızasız.
Bu kadar.







İnsan /imkan /cesaret

İlk uçak yolculuğumu dört yaşındayken yapmıştım.

O yolculuktan aklımda kalan tek şey, uçağın havalanışından inişine kadar geçen süre boyunca hiç durmadan ağladığım ve o kulak çınlatan çatlak sesimle "Anne düşüyooo!.. bak şimdi düşüyo!..Anneeaa uçak düşüyoo!" diye ortalığı birbirine kattığımdı.

Diğer yolcular için tam bir işkence olmalıydım ki, hostes ablalardan birisi dayanamayıp yanıma gelmiş ve şakayla karışık "bak biraz daha ağlarsan seni aşağı atarım" gibisinden bişey fısıldamak zorunda kalmıştı. Ve sonra bu enteresan tehdit karşısında annem ve babam yerlerinden fırlayıp "Sen bizim çocuğumuzla nasıl böyle konuşursun?!" şeklinde bir karşı taaruz başlatmıştı.

Ama tüm bu içler acısı şenlik devam ederken, benim için değişen birşey yoktu. Bu kez de hostes ablanın eteğine yapışmış ve aynı çıngıraklı melodiyi onun için seslendirmiştim: "Ablaaeaa! Uçak düşüyooo!"

Feci bir hikayeydi işte:)

Her ne kadar bendeniz sonrasında "Yoo, aslında hiç de korkmadm ki!" pişkinliğinde demeçler versem de, hatırladıkça pır pır eden yüreğim biliyordu ki uçak tehlikeli birşeydi.. Onun için, adını anmaya bile değmezdi ve uzunca bir süre de böyle devam etti.

Ama üç dört yıl sonra, biraz da okuduğum yüzbaşı Volkan serilerinin etkisiyle mi nedir, yeniden merak saldım uçaklara. Meraklıları bilir, yüzbaşı Volkan Ali Recan'ın yarattığı bir çizgi roman kahramanıdır. Türk Hava Kuvvetleri mensubu yetenekli bir pilot ve aynı zamanda sıkı bir ajandır. Sık sık yurtiçi-yurtdışı gizli operasyonlara katılır. Çin'den Rodezya'ya, eski Sovyetler Birliği ülkelerinden tutun da ismi haritalarda bile geçmeyen küçük ve ıssız pasifik adalarına kadar dünyanın her yerinde onlarca macerası vardır. Hatta bir seferinde, Profesör Weissman isimli isimli çılgın bir bilimadamının roketi ile uzaya bile gitmiş, ve hatta hikayenin sonunda Ay'da dahi yürümüştür.

Öte yandan; Ali Recan'ın da çizer olarak (kendi döneminin diğer yerli çizerleri ile mukayese edildiğinde) bir kısım sıradışı özellikleri vardı. Ve en önemli karakteristiklerinden birisi de, teknolojik objeleri resmederken ayrıntılara çok önem vermesiydi. Her özellikli nesneyi, büyük bir sadakatle çizerdi.. Örneğin bir uçak resmedilecekse uçağın ne olduğu bilinmeli ve kesinlikle ona göre çizilmeliydi. Öyle usulen kanatlı motorlu birşeyler karalayıp geçmezdi.


Ve bu suretle ben, Ali Recan sayesinde yani, nerdeyse usta bir hava gözetleme eri kadar bilgi ve görgüye ermiştim. Mesela o sivri burnu, ince uzun gövdesi ve arka dikey kanadı üzerine yatay olarak monte edilmiş bir ikinci kanatçığıyla Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde uzunca bir dönem avcı uçağı olarak kullanı-lan F-104 Starfighter'ları daha bi bakışta, gökyüzündeki minicik siluetinden ta- nırdım.. Ya da Fantomlar, dikine havalanabilen Herrier'lar, Yunan Mirage'ları, ayrıca doğu bloğu ülkelerine ait Antonov-24, Ilyuşin-76 benzeri kargo uçakları, hemen hemen bütün MIG serileri (MIG- 21, MIG- 23, MIG- 25) ve daha niceleri, aslına en uygun resimleriyle hep zihnimdeydi ve hangisini görsem işte budur diyebilirdim.

İşte biraz da bu çocukça merakın kamçılamasıyla, yazının başında aktardığım ve hayli tantanalı geçen o ilk uçak yolculuğuna takıldı birgün aklım. Tamam, evlere şenlik bir performanstı ama, ben o herkesi çıldırtan çıngıraklığımı acaba nasıl bir uçakta yapmıştım? Ve kısa bir araştırmayı takiben -biraz da babamın başının etini yiyerek- aradığım cevaba ulaştım: kuvvetle muhte- meldi ki , bir DC-10 içinde sahne almıştım. Sonra ne mi yaptım? ali Recan'a bir mektup yazıp (internet filan yok tabi o zamanlar) bir kaç kareliğine de olsa bir DC-10'u yüzbaşı Volkan'ın maceralarından birinde kullanması için ricada bulundum:)


Sonra.. aradan yıllar geçti yine. Bu kez de, üniversite son sınıfta bir pilotla tanıştım. Ve laflayıp dururken, ne olduysa oldu, konu döndü dolaştı yine F-104 Starfighter'lara takıldı. Biraz enteresan bir andı, çünkü pilot hazretleri biraz da benim uçak bilgim karşısında şaşırarak ve o günlerde çokça gündemde olan F-16'larla kıyaslama yaparak, "F-104 mü?" dedi, "yahu biz uçan tabut diyoruz ona".. Ve pek çok teknolojik ayrımı ve yeniliği vurgulayarak, sanki tarih öncesi bir uçağı anlatır gibi yüksekten bakarak anlattı durdu uzun uzun.. F-104 mü, at çöpe gitsin der gibiydi..


Derken, bi 5-6 yıl daha geçti aradan. Ve nedendir bilmem, önce havacılık tarihine, akabinde DC-10 ların öyküsüne merak saldım durup dururken.. Kariyerine 1. Dünya savaşında Alman ordusunda başlayan, savaşı takiben sivil havacılığın en yetenekli pilotlarından biri olarak Luftansa'da çalışan, ve sonrasında Hitler'in özel pilotu olan Hans Baur'un anılarını okudum.  1910'lardan başlayıp, savaş sonuna kadarki 30-35 yıllık dönemin havacılık şartlarını ve tarihini onun kaleminden okudukça, F-104'ler için uçan tabut diyen o pilot arkadaşım geldi hep aklıma.. F-104'ler uçan tabutsa, eski Albatroslar, Rolandlar, Rumpler'ler, Ju-52'ler, Stukalar, Focke Wulf ya da Messeschimit'ler neydi o zaman, uçmasını bile beceremeyen tabutlar mı?Halbuki herbiri kendi döneminde büyük bir gurur ve güvenle üretilmiş, ve gerek sivil havacılıkta, gerekse savaş alanlarında yüzbinlerce kez boy göstermişlerdi. Kimse de ben bu tabutlarla uçmam! filan dememişti.

DC-10'un öyküsü ise biraz daha kederliydi.. Hatırladığım kadarıyla, mc Donald ya da ona benzer bir isim taşıyan bir Amerikan firmasının üretimiydi. Kargo bölümü kapağında bir tasarım hatası vardı ve bu haliyle son derece tehlikeli olabileceğine dair bazı uçuş aksaklıkları rapor ediliyordu. Yine de firma hatayı düzeltmek için pek hevesli değildi, belki de o kadar büyük bir problem olduğunu düşünmemişlerdi. ve sonra öğrendim ki, bu DC-10'lardan bir tanesi -hem de Türk Hava Yolları'na ait olan bir tanesi- 1974 yılında Paris-Londra seferini yaparken üçyüzden fazla yolcusuyla düşmüş ve kurtulan olmamıştı. Kazanın nedeniyse, yine o kargo kapağıydı..Ve 1974 senesi, benim ilk uçak yolculuğumun sadece bir kaç yıl öncesiydi.


Şimdi ben bütün bu arapsaçı hikayelerin eşliğinde sadece gökleri değil, beraberinde denizleri, okyanusları ve potansiyel tehlike arz edebilecek bütün yolculukları düşünmeye çalışıyorum. Beraberinde insanı ve tarihi.. Vasco da Gama ahşap kalyonlarıyla bir bilinmez maviliğe açılırken ne doğru düzgün bir harita vardı yanında, ne de gprs filan. Ya da bugünün denizcileri Cristof Colomb'u görselerdi o günlerde, sen şimdi koca okyanusu şu yelkenli gemilerle mi aşacaksın diye dalga geçmezler miydi kendisiyle? Hatta bunun düpedüz intehar olacağını düşünmezler miydi içten içe?..

Peki ya ilk uzay yolculuğu, insanoğlunun Apollo-11 ile Ay macerası? Mesela günümüz astronotları bugün birebir 1969 teknolojisi ve olanaklarıyla aya gitmek zorunda kalsaydı bunu nasıl karşılarlardı? Yoksa bugünden geriye dönüp bakıldığında o mekik de bir uzay tabutu olarak mı adlandırılırdı?








İnsan, imkan, cesaret.
Sahip olunanların verdiği rehavet.
Sahip olduğumuz şey hep tabut ve hep cesaret.




16 Nisan 2013 Salı

Müzik, Mekan ve Zaman

Müzik, Mekan ve Zaman.

Öykü..

Ne güzel kelime.

Arasıra uğrayıp birşeyler dinleyebilmek, ve karala(ş)mak için belki.



Karala(ş)mak fiilinden de anlaşılabileceği üzre;

Dostlar yazabilir :)

Ve açılış için, tabi ki:

Victor Jara / Te Recuerdo Amanda


















Victor Jara'yı saplantı dercesinde sevdiğimi, daha önce söylemiştim.

Ve diğer sevdiklerimle birlikte, zamanı, mekanı ve şarkıyı birleştirmeye burda devam edeceğim.

Bütün dostlara, sevgilerimle.