17 Nisan 2013 Çarşamba

İnsan /imkan /cesaret

İlk uçak yolculuğumu dört yaşındayken yapmıştım.

O yolculuktan aklımda kalan tek şey, uçağın havalanışından inişine kadar geçen süre boyunca hiç durmadan ağladığım ve o kulak çınlatan çatlak sesimle "Anne düşüyooo!.. bak şimdi düşüyo!..Anneeaa uçak düşüyoo!" diye ortalığı birbirine kattığımdı.

Diğer yolcular için tam bir işkence olmalıydım ki, hostes ablalardan birisi dayanamayıp yanıma gelmiş ve şakayla karışık "bak biraz daha ağlarsan seni aşağı atarım" gibisinden bişey fısıldamak zorunda kalmıştı. Ve sonra bu enteresan tehdit karşısında annem ve babam yerlerinden fırlayıp "Sen bizim çocuğumuzla nasıl böyle konuşursun?!" şeklinde bir karşı taaruz başlatmıştı.

Ama tüm bu içler acısı şenlik devam ederken, benim için değişen birşey yoktu. Bu kez de hostes ablanın eteğine yapışmış ve aynı çıngıraklı melodiyi onun için seslendirmiştim: "Ablaaeaa! Uçak düşüyooo!"

Feci bir hikayeydi işte:)

Her ne kadar bendeniz sonrasında "Yoo, aslında hiç de korkmadm ki!" pişkinliğinde demeçler versem de, hatırladıkça pır pır eden yüreğim biliyordu ki uçak tehlikeli birşeydi.. Onun için, adını anmaya bile değmezdi ve uzunca bir süre de böyle devam etti.

Ama üç dört yıl sonra, biraz da okuduğum yüzbaşı Volkan serilerinin etkisiyle mi nedir, yeniden merak saldım uçaklara. Meraklıları bilir, yüzbaşı Volkan Ali Recan'ın yarattığı bir çizgi roman kahramanıdır. Türk Hava Kuvvetleri mensubu yetenekli bir pilot ve aynı zamanda sıkı bir ajandır. Sık sık yurtiçi-yurtdışı gizli operasyonlara katılır. Çin'den Rodezya'ya, eski Sovyetler Birliği ülkelerinden tutun da ismi haritalarda bile geçmeyen küçük ve ıssız pasifik adalarına kadar dünyanın her yerinde onlarca macerası vardır. Hatta bir seferinde, Profesör Weissman isimli isimli çılgın bir bilimadamının roketi ile uzaya bile gitmiş, ve hatta hikayenin sonunda Ay'da dahi yürümüştür.

Öte yandan; Ali Recan'ın da çizer olarak (kendi döneminin diğer yerli çizerleri ile mukayese edildiğinde) bir kısım sıradışı özellikleri vardı. Ve en önemli karakteristiklerinden birisi de, teknolojik objeleri resmederken ayrıntılara çok önem vermesiydi. Her özellikli nesneyi, büyük bir sadakatle çizerdi.. Örneğin bir uçak resmedilecekse uçağın ne olduğu bilinmeli ve kesinlikle ona göre çizilmeliydi. Öyle usulen kanatlı motorlu birşeyler karalayıp geçmezdi.


Ve bu suretle ben, Ali Recan sayesinde yani, nerdeyse usta bir hava gözetleme eri kadar bilgi ve görgüye ermiştim. Mesela o sivri burnu, ince uzun gövdesi ve arka dikey kanadı üzerine yatay olarak monte edilmiş bir ikinci kanatçığıyla Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde uzunca bir dönem avcı uçağı olarak kullanı-lan F-104 Starfighter'ları daha bi bakışta, gökyüzündeki minicik siluetinden ta- nırdım.. Ya da Fantomlar, dikine havalanabilen Herrier'lar, Yunan Mirage'ları, ayrıca doğu bloğu ülkelerine ait Antonov-24, Ilyuşin-76 benzeri kargo uçakları, hemen hemen bütün MIG serileri (MIG- 21, MIG- 23, MIG- 25) ve daha niceleri, aslına en uygun resimleriyle hep zihnimdeydi ve hangisini görsem işte budur diyebilirdim.

İşte biraz da bu çocukça merakın kamçılamasıyla, yazının başında aktardığım ve hayli tantanalı geçen o ilk uçak yolculuğuna takıldı birgün aklım. Tamam, evlere şenlik bir performanstı ama, ben o herkesi çıldırtan çıngıraklığımı acaba nasıl bir uçakta yapmıştım? Ve kısa bir araştırmayı takiben -biraz da babamın başının etini yiyerek- aradığım cevaba ulaştım: kuvvetle muhte- meldi ki , bir DC-10 içinde sahne almıştım. Sonra ne mi yaptım? ali Recan'a bir mektup yazıp (internet filan yok tabi o zamanlar) bir kaç kareliğine de olsa bir DC-10'u yüzbaşı Volkan'ın maceralarından birinde kullanması için ricada bulundum:)


Sonra.. aradan yıllar geçti yine. Bu kez de, üniversite son sınıfta bir pilotla tanıştım. Ve laflayıp dururken, ne olduysa oldu, konu döndü dolaştı yine F-104 Starfighter'lara takıldı. Biraz enteresan bir andı, çünkü pilot hazretleri biraz da benim uçak bilgim karşısında şaşırarak ve o günlerde çokça gündemde olan F-16'larla kıyaslama yaparak, "F-104 mü?" dedi, "yahu biz uçan tabut diyoruz ona".. Ve pek çok teknolojik ayrımı ve yeniliği vurgulayarak, sanki tarih öncesi bir uçağı anlatır gibi yüksekten bakarak anlattı durdu uzun uzun.. F-104 mü, at çöpe gitsin der gibiydi..


Derken, bi 5-6 yıl daha geçti aradan. Ve nedendir bilmem, önce havacılık tarihine, akabinde DC-10 ların öyküsüne merak saldım durup dururken.. Kariyerine 1. Dünya savaşında Alman ordusunda başlayan, savaşı takiben sivil havacılığın en yetenekli pilotlarından biri olarak Luftansa'da çalışan, ve sonrasında Hitler'in özel pilotu olan Hans Baur'un anılarını okudum.  1910'lardan başlayıp, savaş sonuna kadarki 30-35 yıllık dönemin havacılık şartlarını ve tarihini onun kaleminden okudukça, F-104'ler için uçan tabut diyen o pilot arkadaşım geldi hep aklıma.. F-104'ler uçan tabutsa, eski Albatroslar, Rolandlar, Rumpler'ler, Ju-52'ler, Stukalar, Focke Wulf ya da Messeschimit'ler neydi o zaman, uçmasını bile beceremeyen tabutlar mı?Halbuki herbiri kendi döneminde büyük bir gurur ve güvenle üretilmiş, ve gerek sivil havacılıkta, gerekse savaş alanlarında yüzbinlerce kez boy göstermişlerdi. Kimse de ben bu tabutlarla uçmam! filan dememişti.

DC-10'un öyküsü ise biraz daha kederliydi.. Hatırladığım kadarıyla, mc Donald ya da ona benzer bir isim taşıyan bir Amerikan firmasının üretimiydi. Kargo bölümü kapağında bir tasarım hatası vardı ve bu haliyle son derece tehlikeli olabileceğine dair bazı uçuş aksaklıkları rapor ediliyordu. Yine de firma hatayı düzeltmek için pek hevesli değildi, belki de o kadar büyük bir problem olduğunu düşünmemişlerdi. ve sonra öğrendim ki, bu DC-10'lardan bir tanesi -hem de Türk Hava Yolları'na ait olan bir tanesi- 1974 yılında Paris-Londra seferini yaparken üçyüzden fazla yolcusuyla düşmüş ve kurtulan olmamıştı. Kazanın nedeniyse, yine o kargo kapağıydı..Ve 1974 senesi, benim ilk uçak yolculuğumun sadece bir kaç yıl öncesiydi.


Şimdi ben bütün bu arapsaçı hikayelerin eşliğinde sadece gökleri değil, beraberinde denizleri, okyanusları ve potansiyel tehlike arz edebilecek bütün yolculukları düşünmeye çalışıyorum. Beraberinde insanı ve tarihi.. Vasco da Gama ahşap kalyonlarıyla bir bilinmez maviliğe açılırken ne doğru düzgün bir harita vardı yanında, ne de gprs filan. Ya da bugünün denizcileri Cristof Colomb'u görselerdi o günlerde, sen şimdi koca okyanusu şu yelkenli gemilerle mi aşacaksın diye dalga geçmezler miydi kendisiyle? Hatta bunun düpedüz intehar olacağını düşünmezler miydi içten içe?..

Peki ya ilk uzay yolculuğu, insanoğlunun Apollo-11 ile Ay macerası? Mesela günümüz astronotları bugün birebir 1969 teknolojisi ve olanaklarıyla aya gitmek zorunda kalsaydı bunu nasıl karşılarlardı? Yoksa bugünden geriye dönüp bakıldığında o mekik de bir uzay tabutu olarak mı adlandırılırdı?








İnsan, imkan, cesaret.
Sahip olunanların verdiği rehavet.
Sahip olduğumuz şey hep tabut ve hep cesaret.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder