23 Haziran 2020 Salı

haram lokma doktrini ve itfaiyecilik

Ateşin keşfinin insanoğlu için tarihsel anlamı ve yarattığı ivme çokça vurgulanır.

Aynı ateşin - nasıl yakılacağı ve kullanılacağı meselesi ise- belki de en büyük icattır.

Lakin tuhaflığa bakın ki;

Tam da bu hikayenin anti-kahramanı ile cebelleşiyoruz şu günlerde..

Kimden mi bahsediyorum?

Ateş söndürücüler desem, sanırım hemen anlaşılır.


Her ne kadar, assolist kıvamında endam eylediği sahnede kendinden önceki bütün sesleri bastırmakla mağrur şu son tip, altı tam artistik puanı hanesine yazdırmak suretiyle zirve yaptıysa da bir süreliğine, keşke tek derdimiz bu olsa diyecek kadar farklı ve amansız saldırıların muhatabıyız artık.

Hatırlanacaktır;

İlk olarak " o senin olsun, bu benim" seçmeceliğinde başlamıştı mesele ( Nevşin Mengü, Canan Kaftancıoğlu, Pınar Aydınlar, vesaire)

Ardından, karınızı kızınızı nasıl koruyacaksınız'a evrildi kısa bir süre içinde.

Ve nihayetinde "ateş söndürmece" !

Ne yapsan kurtulamıyorsun vesselam!

Bir yanda elinde kibritle cayır cayır yakacak yer arayanlar, öte yanda "bak burada hazır yanmakta olanı var" diye itfaiyeciliğe soyunanlar..

Hem yakmakla, hem söndürmekle kafayı yemiş, acayip acayip adamlar.

Ve bu kollektif kalemin mürekkebinden mütemadiyen damlayan; Sanki ocağın altını kasıtlı olarak açık bırakmışcasına insanların beynini patlama sınırına doğru yaklaşan düdüklü bir tencereye çevirme menzilinde dolanan o meşhur mesajlar..

Tabi bu noktada şu soruyu sormadan edemiyor insan;

Böylesi "kalem artıkları" sırf bizleri delirtmek için dolaşıma sokulan siyasal ve provokatif eylem formları mıdır, yoksa kişinin duygu ve zihin dünyasının yalın bir dışa vurumu mudur?

Aslında hangisi olursa olsun, sonuç değişmiyor.

Birisi, kişinin sahip olduğu total donanımın realitedeki en sadık yansıması ve belirişini ortaya koyarken, diğeri fantezi aleminde o kişi için en "somut" seçeneği teşkil ediyor.

Yani adama sonsuz bir serbesti ortamında yapabileceğin en kötücül, en lanet şey nedir, onu hayal et ve ona göre döşenip yaz diye buyuruyorlar, o da "sikmeyi" seçiyor. Diğeri ise bu bir fantezi meselesi değildir, ben gerçekten yaparım diyor.

Küçük Emrah'ın o çirkin anasını bile hap ve gazoz karışımıyla yarı komalık edip üstünde kemer çözmekten imtina etmeyen bu tipoloji, morgdaki taze mevtayı becermekten pek de farklı olmayan bu davranış modelini yeterince tatmin edici bulmamış olacak ki - hemen yukarda az buçuk açılışını yaptığımız şekliyle- yepyeni bir seviyeye ulaşmış durumda.

Hem de ne seviye..

Can Yücel ile  Dostoyevski bir olup gelse, ikisinin ruhuna birden rahmet okutacak bir mahiyette!

Can Yücel'e öykündüğü kısım: "başka türlü bir şey" istediği.. (başka türlü diyor işte.. ne koyuna benzer ne plastik bidona!)

Dostoyevski ise yeni bir "suç ve ceza" paradigması ile dahil oluyor konuya.

Kısa keselim;

Suç kesin, suçlu malum ( Şimdilik buraya takılmayalım)

Lakin cezaya gelince..

Kimse kusura kalmasın ama, önce seçmece, pay etmece, sonra sikmece ve sikilmece!

Eh yani..

Merkezi sinir sistemimizin evrimsel açıdan en ilkel kısmı olan beyin sapına dönüşe dair kusursuz bir örnek.

Hal böyle olunca, bizdeki bu şiddetli "sikicilik" ile, nefretin öznesi konumunda bulunan kişi ya da nesneyi "sikerek" cezalandırma dürtüsünün "genetik" veya "biyolojik" alt yapısı üzerine öyle fazlaca detaylı düşünme ihtiyacı da kendiliğinden ortadan kalkıyor haliyle..

Çünkü hali hazırda o en büyük nimetimiz olan beynimizin -adı üstünde- sap dediğimiz, yani en alt ve en dip kısmındayız zaten.

E dibin de dibi yok ki mübarek, daha derine inebilelim!

İnemiyoruz haliyle.

Ama yine de aralayabileceğimiz bir penceresi var bu karanlık mahzenin.

Nasıl mı?

Her türlü davranış modelinin mahiyetini, belirişini, gelişimini ve realite ile en sadık ilişkilerini sorgularken, tekil bireyin biyolojik ve subjektif psişik soyutlamasını "insanın özü" olarak kabul edip, bunu da tarihin ve gerçekte yaşanılan her şeyin temel düzenleyici ilkesi şeklinde ele alıp bütün kilitleri açan bir anahtar, ya da bütün çözümleri içinde barındıran bir buyruk gibi kullanan cevherci anlayışı bir kenara bırakarak..

Çok mu karmaşık oldu?

Efenim avam diliyle söyleyelim o zaman, "şu bir kaç kendini bilmez" safsatasından kurtularak!

Gerçekte yaşanılanı ve günceli, "kendini bilmek" gibi girdiği her kabın şeklini alabilecek mucizevi bir omurgasızlıkla açıklama dürtüsünü bize armağan eden tüm laf ebeliklerinden ve retorikten uzaklaşarak!

(Kendini bilse hiç yapar mıydı zaten?.. ama işte kendini bilmeyince.. falan filan)

Şimdii..

Aslında ben bu "saldırganlığın" derin ve kapsamlı ekonomi-politiğini gayet iyi anlıyorum anlamasına da..

Anlamadığım bir şey var naçizane, önce onu izah etmem lazım.

Yani şöyle bir bakıyorum;

Bu rezilliğe tepki veren sayısız demokratik kitle örgütünden yazar-çizer-sanatçı takımına, ya da bazı kanaat önderlerinden bir takım muhalif siyasi parti lider ve sözcülerine kadar, kim, nasıl ve hangi aklın ürünü olan bir analizle "cinsiyetçi söylem" etiketi yapıştırıyor böylesi bir fenomenin üzerine.. Bak işte ona bir türlü basmıyor kafam!

Neymiş?.

Cinsiyetçi söylemin her türlüsüne lanet olunsunmuş (!)

Ulan..

Ne cinsiyetçi söylemi?!

O kadar baktınız da bunu mu buldunuz bula bula?

Kafayı kırmamak elde değil..

Bakın efendiler;

Bir erkek bir kadınla tartışır, tartışırken sinirlenir, hatta bazen sinirlenmekle de kalmaz resmen kayış koparır.. Veyahut kadınla hiç tartışmamıştır bile, lakin kadının yaptığı iş, sahiplendiği değerler sistemi, vücut dili, takındığı tavır, tutum, zart, zurt.. artık her ne ise.. adamın tepesini attırır..! (ki bu atışların büyük bir kısmı objektif bir öngörüden ziyade psikolojik tabanlıdır) ..Ve saydırır!

Saydırırken de bizatihi o kadının cinsiyetini -veya cinsiyeti ile özdeşleştirdiği cinsel çağrışımlı ögeleri- hedef alır!

Bu öyle bir süreçtir ki, kategoriler, kavramlar, ya da kimi fiziki parametreler müthiş bir kaypaklık ve vıcık vıcık bir eklektizm eşliğinde hoyratça kullanılır.

Saç kütlesinin görece uzunluğundan "idrak problemleri", eklemlerin göreli esnekliğinden "analitik düşünce yetersizliği",  veyahut  "östrogen" temelli "şah-mat" hamleleri gibi abuzittin oğlu abuzittin salvolar peydahlanır.

Kadını bunlarla ve bu şekilde vurmaya odaklanır.

Ne bileyim işte.. Öncelikle "elinin hamuruyla karışmaması gereken" işler hatırlatılır..
Şiddet dozu arttıkça " aceba bazı ihtiyaçlarınızı yeterince gideremiyor oluşunuzun şeysi midir bu tavrınız?" şeklinde cümleler sıralanır..
Hatta o çok bilimsel akademik alemlerde bile "kadından ( yani her ay regli gibi bir derdi bulunan memeli bir canlıdan) cerrah olmaz!" sloganı koridorlarda yankılanır..
Ve şu an burada yazmaktan bile imtina edeceğimiz çok daha dramatik seviyelere sıçrayabilecek geniş bir skalada dalgalanıp durur bu mevzu.

Cinsiyetçi söylem ve saldırı budur!

Hal böyleyken, "Nevşin benim olsun, Pınar senin" seçmecesiyle başlayıp, "karınızı kızınızı bacınızı nasıl koruyacaksınız" ile devam eden ve nihayetinde "ateş söndürme" seanslarına evrilen bu sirkin cinsiyetçilikle ne alakası vardır, birisi bana açıklasın?!

İçinde kadın geçen - veya kadın hatlarını hedef alan- her arızalı cümle cinsiyetçi midir?

Bu nasıl analizdir!

Pöf..

Peki ben ne mi diyorum?

Şunu diyorum;

Tüm bu rezillik ve bir sırtlan cüretkarlığıyla karşımıza dikilen bu şey olsa olsa, tarihsel kökenleri binlerce yıl öncesine dayanmakla birlikte, bizim mahalledeki asıl meşruiyetini 6.-7. yüzyıl arap yarımadasının kabile savaşlarından alan ve sekmez bir biçimde "cariyelik" müessesine göz kırpan bir aklın flash-back'leri olabilir hepi topu!

Yani?

Mağlup ettiğin kişinin ( düşmanın) su kuyusu ve hurmalıkları kadar, karısı kızı bacısı da senindir ve ganimet listesinde yerini alır!

Sırıtan ve sisin pusun arasında göz kırpan zihin budur!

Nam-ı diğer: Kılıç hakkıdır!

Ganimet paylaşımıdır.

Paylaştın mı?

Döşe bir de şimdi "cinsel açlığı" zemine, payına düşecek bedenler üzerinde kah ateş yakar, kah ateş söndürür eleman, kime ne?! Oturup da fikrini soracak değil ya kılıç hakkı cariyesine?!

İşte bizi asıl irrite eden, etmesi gereken, her geçen gün kollektif bir aklın kılavuzluğunda kendisini klonlayıp ufku kaplayan ve ibretle şahit olduğumuz manzara budur.

Aynı paradigma içerisinde;

Nevşin Mengü, Canan Kaftancıoğlu ve Pınar Aydınlar'a yapılanlar, neo- mukaddesatçı cariye kategorisi ile uyumlu bir biçimde, bir kadını cebren "porno film setine" itelemekten başka bir anlamı olamayacak kadar sarih, ve kapsama alanı itibariyle sadece o insanı değil, bütün ailesini ve yakın çevresini ganimetten saymaya odaklanmış en az bin yıllık bir tehdit  eylemidir!

Karınızı kızınızı nasıl koruyacaksınız mevzusu ise, modern zamanların en keskin ve tartışmaya açılması dahi abesle iştigal etmek anlamına gelecek hukuki köşe taşlarından biri olan "suçun kişiye mahsusluğu" prensibinin "yeşil toplarla süslenmiş" bir zaman makinesine bindirilip yüzyıllar öncesine yolcu edilişinin dehşetengiz törenidir!

Yok ama yok..

Meğersem bunların hiçbiri değilmiş.

Ve bunca rezaletin biricik karanlığı "cinsiyetçi söylemde bulunma" densizliğiymiş!

Lan bi gidin be!

Doğru suali keşfetmekten bile aciz olanların en şiddetli protestosundan bize ne?

Sorsana oysa;

Hadi beni düşman ilan ettin ve cezalandırmak istedin (hatta diyelim ki öldürdün !) peki karımı kızımı bu suça nasıl dahil eyledin?

E hadi eyledin, ilgili suç gereği beni listene alıp canıma kastetmekle yetinirken, karımı kızımı niye mahiyetine alıp "sikmekle" tehdit ettin?

Daha da önemlisi, tüm bu infaz usullerini nasıl ve hangi akılla icat ettin?

Bakın "akıl" dedik..

Aslında bir dostumun da ifade ettiği gibi, şiddet ve saldırma dürtüsü "akıl" ile izah edilmez genellikle.

Bazen sadece gözlemci olmak bile yeterlidir.

Gözlemle şahit olunan durumun attırdığı şalter bir dizi akut biyo-kimyasal reaksiyonu tetikler ve saldırılır.

Hepi topu budur.

Varyasyonları çoğuldur.

Oğula saldır ( kaymakam olmuşsun ama adam olamamışsın diyen babanın o lanet olası tiradı!)

Kıza saldır.

Geline saldır.

Olmadı enişteye saldır.

Velhasıl kelam, kendin gibi olmayan herkese saldır.

Evet, buraya kadar pek de akıl ürünü değildir tüm bu şiddet fırtınası, lakin saldırının "şekline" döndüğümüz anda..! İllaki bir akıl girer devreye.

Çünkü hüküm keyfi olarak -hatta bazen sadece hiddet hali içinde dahi- verilebilir, lakin usül.. öyle ya da böyle akıl işidir.

Boğazını kesmeyelim, onun yerine kurşuna dizelim demek bile, bir tartı, mukayese, muhakeme ve makul sebepleri olan bir seçim süreci gerektirir.

Bu bakımdan, gerçekleştirilmesi planlanan saldırının belki varlığı değil, ama "BİÇİMİ" kaçınılmaz olarak aklın içsel oyunlarının (ya da bu aklın köken aldığı paradigmanın, etik'in veyahut tarihin) bir yansımasından ibarettir.

Bir mukayese teşkil edebilmesi amacıyla, aşağıdaki örnek hızlıca okunup geçilebilir.

Vakt-i zamanında, Radikal bir sol örgüt birini öldürmüştü. (Kendi terminolojisi ile cezalandırmıştı) Yanılmıyorsam Necdet Menzir'in İstanbul Emniyet Müdürlüğü zamanıydı. Öldürülen kişinin ailesi, yasadışı ve silahlı bir örgütten haklı olarak çekindikleri için, emniyetten diğer aile bireyleri adına (eş, çocuklar vs) koruma talebinde bulunduğunda, aynı Menzir şu cevabı vermişti: Bu örgütün öyle bir davranış modeli yok. Rahat olun, size zarar vermezler, korunmaya ihtiyacınız bulunmuyor.

Gelelim meselenin bir diğer boyutuna..

Peki bu rahatlık nereden çıkmakta?

Artık kusma noktasına doğru yaklaştığımız bu habis vahada, her allahın günü farklı birilerinin peydahlanıp nişangahına aldığı yeni bir nefret öznesine karşı, kah elinde kibrit "evini barkını sülalesini yakma" modunda, kah "yangın var!" deyip itfaiyeci kılığında, veyahut en olmadık köşelerde keşfettiği en garip ıslaklıklara karşı vidanjör ruhuyla alenen taarruza kalkabilmesi, dahası tüm bunları hiçbir çekince belirtisi sergilemeden ulu orta yapabiliyor oluşunu nasıl açıklayacağız?

Öyle ya, benzer minvalde birşeyleri yoldan geçen adama söylesen seni mermi manyağı yapması hiç de uzak bir ihtimal değilken, ilk bakışta anlamsız görünen bu acayip sırtlan cesareti nereden ve hangi hikmetle pörtlemektedir, vesaire..

Yine aynı bağlamda ilave bir alt başlık ise, günümüz genel ahlakının en gevşek, en geçirgen ve müsamahakâr tonlarıyla bile ciddi bir kontrast teşkil edecek kadar "aykırılık" taşıyan böylesi davranış modellerinin, uygun vasat bulduğunda ne denli kolaylıkla serpilip yaygınlaşabileceğine dair potansiyel sorunları..

İşte bu noktada, hafızam ister istemez 1937 Almanya'sına götürüyor beni.

Hitler'in dahi mimarı Albert Speer'in ( bu bir ironi değildir, adam gerçekten dâhidir) o yıl Nürnberg Zeppelinfield yerleşkesinde yüzden fazla Alman hava savunma projektörünü aynı anda kullanarak "parti günü" şerefine inşa ettiği ışıktan sütunlar ve ışık kubbesi altında ( orijinal adı Işık Katedrali'dir) alanı dolduran milyonlarca (evet milyonlarca) insanı "aslında dışarıda oldukları halde içerdelermiş hissine kavuşturmak" suretiyle yeniden ve bir kez daha fethettiği o geceye..





İşte orada önemli bir konuşması vardır Hitler'in.

Demiştir ki;

Devlet bizi iş başına getirmedi, bilakis biz bizzat kendi devletimizi inşa ettik!



Tanıdık geldi mi?

Eee.. Hal böyle olunca, en garibim CE-HE-PE !

Kolay değil tabi, sen bilmem kaç sene "hükümeti devlete şikayet etmek" gibi dünya tarihinde eşi benzeri bulunmaz bir siyaset eyle.. Gelsin birileri sonra, o devleti de alsın elinden!
Şimdi kimi kime şikayet edeceen?

:)

Üstelik, 1937'ye göre çok daha sofistike, çok daha teknolojik, her nabza şerbet verebilecek yepyeni ışıklı sütunlar eşliğinde.

Boşlukta salınan, yoklukta yol alan, ellenmez, koklanmaz, tutulmaz halojen parlak kolonlar, "içerdeymiş" hissi veriyor yine "dışardakilere"!

Daha ne beklenebilirdi ki..

Bir yanda haram lokma doktrini, öte yanda itfaiyeci.

Helalinden Meksika açmazı diye buna denir işte.




çürük elma ?

15 yıl boyunca üst düzey hastane yöneticiliği yaptım.

İşim gereği, Avrupa'daki pek çok büyükbaş sigorta şirketi ile yakın mesai harcadım.

Zaman zaman yurtdışı toplantılara katıldım.

Hatırı sayılır sayıda orta-üst düzey sigorta yöneticisi ile yazıştım, tanıştım, görüştüm. (Hemen hepsinin oldukça donanımlı, neşeli, iyimser ve düzgün insanlar olduğunu belirtmem lazım)

Lakin..

Yönetici gözüyle bu 15 yıllık yurtdışı sigorta deneyimini tek bir cümlede özetlememi isterseniz eğer, söyleyeceğim şey şudur;

Aynı sağlık poliçesi ile benzer hastalık durumlarında safkan bir İngiliz, Alman veya Fransız -diğerlerine göre- her zaman çok daha hızlı bir şekilde tedavi ve ödeme garantisi alır! (diğerlerinin kim olduğunu hemen aşağıda izah edeceğim)

Evet budur.. 

Yani hastanın sigortası süratli bir biçimde dosyayı üstlenir, ücret, ödeme ve diğer işlemler sigorta şirketi üzerinden usulünce devam eder.

Buna karşın, en az iki jenerasyondur söz konusu ülkelerin resmi vatandaşı olsanız bile, eğer bir yerlerden pörtleyen göçmen kökenleriniz varsa ( mesela adınız Kaasım, Igor veya Taranta Babu ise) ilgili garantiyi almak için saatlerce, bazen günlerce beklemek gerekebilir. Bazense en dandik sebeplerle "ret" cevabı verilir. 

İşte hemen yukarda değindiğim ve "diğerleri" kategorisine dahil olan bu durum o kadar tipiktir ki, bizim en alt düzey çalışanlarımız veya tercümanlarımız bile hastanın pasaportunu ellerine aldıkları anda,  adından, soyadından, olası göçmen köklerinden ve belki büyük-büyük babasının orijin aldığı ülkeden yola çıkmak suretiyle, ne tür sorunlarla karşılaşacağımızı daha en başından genel hatlarıyla tahmin edebilirler.

Şu halde bu tavır ve fenomen, en hafif ifadeyle " etnik ayrımcılık" en ağır tabirle ise "ırkçılık" dışında herhangi bir şeyle açıklanabilir mi? Daha da kötüsü, genel bir şirket politikası olduğu her halinden belli olan bu "örgütlü ve öngörülebilir" tavır,  hala ve inatla "çürük elma" doktrini ile izah edilebilir mi?

Yani biraz zor..

Üstelik ne demiştim az önce ?

Her biri oldukça donanımlı, neşeli, iyimser ve "düzgün" insanlar olmalarına rağmen.. Kimler mi? Söz konusu sigorta şirketlerinin yöneticileri elbet!

Zaten kötülüğün en sistemlisi, sıklıkla "iyi" insanlar üzerinden yönetilir.

Mahkemede takım elbise giyip kravat takan katil veya tecavüzcü örneklerinde olduğu gibi, en dandiğinden bile olsa her türlü "iyi hal" imgesinin belli bir sunum değeri ve yumoş etkisine haiz bulunması gerçeği, sistemin ihtiyaç duyduğu maskelerden bazılarını temin etmesi bakımından önemli bir denge faktörüdür. Aslında, musallat olduğu her türlü realiteyi sulandırmaktan ve tartışmayı en sığ birikintilerde bulandırmaktan öte bir rolü bulunmayan tüm bu maskeli balo taktikleri, sistematik ve örgütlü bir reddiyenin gizil unsurlarından biri olması itibariyle fecidir.

Ancak ve ancak (!) ne zaman ki kimsenin reddedemeyeceği büyüklükte bir felaket durumu ifşa olur,  (bakın yaşanır demiyorum, ifşa olur diyorum, çünkü adamın birinin ölmesi veya kadının birinin sakat kalması tek başına yetmez, bi de bu dramın ana akım medyada yer kaplaması filan lazımdır) işte o zaman o "iyi" şirketlerin "iyi" yöneticileri görevini "kötüye" kullanmış bir kaç "çürük elma" veya "ırkçı ördek" bulur ve olay kapatılır.



Ben kendi yöneticilik yıllarımda, tam olarak bu şekilde cereyan etmiş dört adet dosyanın bizzat şahitliğini ve takibini yaptım.

Bir tanesi İngiltere'de, bir tanesi Almanya'da, bir diğeri ise Fransa'da vuku buldu, mahkemelik oldu, tazminata bağlandı, mağdurlar daha sonra yardımlarımız için bize teşekkür mailleri yolladı, vesaire, vesaire.. 

Aslında dördüncüsü de aynı yoldaydı. 

Lakin garibimin memleketi Rusya olunca, ve dahi ilgili şirketin Putingiller ile oldukça yakın münasebetleri ortaya çıkınca, başlangıçta mal bulmuş mağribi gibi konuya çöreklenen medya bir anda göt korkusuyla ortadan kayboldu. ( Haliyle dava bile açılamadı.)

Tabi bu örneklerin, az önce değindiğim bir gereklilik olan ve olayı kendi ülkelerinde ana akım medyaya taşıyabilme becerisi göstermek suretiyle kimsenin görmezden gelemeyeceği bir kitleselliğe ulaştırabilmiş hasta ve hasta yakınlarının inatçı bir efor, zaman ve koşturmaca neticesinde, adeta tırnaklarıyla kazıyarak elde ettikleri bir başarı olduğunu söylemeye gerek yok.. Çoğunun aylarca işini gücünü bırakıp bu kahrolası süreçle uğraştığını biliyorum. Lakin pek de kolay olmayan -hatta bazen şans faktörünün de belirleyici olduğu- tüm bu medya desteği  ve ifşa aşamasında takılıp kalan yüzlerce benzer vaka ise, kimsenin ruhu bile duymadan kaybolup gitti arşiv rafları arasında.

Ara not 1: Böyle durumlarda, sigorta şirketi öncelikle kaba-saba bir cevap verir mağdura veya aileye. Bizim açımızdan uygunsuz bir durum yoktur, her şey yasal mevzuata uygundur vs. der. Şu halde aile mahkemeye gitse bir türlü, gitmese bir türlüdür.. Çünkü  mahkemenin menfi sonuçlanması durumunda 8-10 bin euroluk ekstra bir masrafın daha sırtlarına binecek olması riski, karar almayı bir hayli zorlaştırır.. zor iştir yani.. genellikle de öylece kalır, ilave bir adım atılmaz.. Ve bu garipler bir "çürük elma" ya bile layık olamazlar nihayetinde.

Ama biz yine asıl konumuza dönecek olursak;

Özünde "iyi" olduğuna inanmamızın istendiği paradigmaların ve bu paradigma üzerinden yaşama müdahale eden örgütlü otorite yapılarının sık sık dillendirdiği şu meşhur "çürük elma" edebiyatı, hayatın çeşitliliği içerisinde zaman zaman kaçınılması mümkün olmayan istatistiki bir azınlık raporu mudur, yoksa çürük elma konseptinin bizatihi kendisi çok daha büyük ve temel bir denkleme ait sabit bir katsayı mıdır.. biraz kurcalamak kanaatimce faydalı olabilir.

Malum, şu son George Floyd olayı bir anda alevlenerek gündeme oturdu ve genel bir tartışma ortamında hemen her konunun başına geldiği gibi pek çok yerinden tutulup silkelendi.



Aslında tekrar etmeye gerek yok ama.. Yine de söyleyelim;

Eli cebinde (evet, cebinde!) ve o anki pozisyonu itibariyle yaptığı işten derin bir haz duyduğu vücut diline bütün kusursuzluğuyla yansımış bulanan beyaz bir polisin sekiz buçuk dakika boyunca diziyle bir karton kutuya abanır gibi boğazına bastırmak suretiyle öldürdüğü siyah adam, en azından daha makul bir dünya adına atılması gereken bir çığlığı dayatıyor bizlere.

Yani tamam.. o kadarına amenna.. da.. tam olarak neyi haykırmamız gerekiyor acaba?

Kanaatimce hokkabazlığa müsait bir nokta. 

Çünkü her daim geçer akçe olan aynı "çürük elma" kategorisi içinde, sadece bireysel ve tekil örneklerin davranış modelleri üzerinden yol almak suretiyle "örgütlü bir realiteye" nüfuz edilebileceği, ya da bu sayede görüş alanının berraklaşacağı ve anlamlı herhangi bir yere ulaşılabileceğine dair taşınan istenç, pis suratlı anti-kahramanı kapı gibi karşımızda duran bir hikayenin o hep özlenen ve arzulanan "iyi" karakteri bulunup servis edildiği anda doygunluk hissiyle rahatlayacak ve şekerleme faslına geçecektir yavaş yavaş.

Mesela ne gibi... George Floyd'un aziz hatırası önünde diz çökme eylemi sergileyen bazı diğer "iyi" polisler ve bir grup "ulusal muhafız" gibi.. (Halbuki bu şirin örnekler kameralara yansırken, hemen bir kaç blok ötede aynı polis ve ulusal muhafızlardan bir başka görev grubu, Trump'ın elinde İncil ile poz verdiği alanın güvenliğini sağlamak için çevredeki protestoculara karşı gaz, jop, plastik mermi vesaire ile saldırılarına kesintisizce devam etmekte, ya da bir başka eyalette ve bu kez siyah bir kadın kendi evinin yatak odasında yine polis kurşunuyla çoktan öldürülmüştü bile)

Ara not 2: Kulağımızın bir hayli aşina olduğu Ulusal Muhafızlar tabiri, Amerikan ordusunun Kara Kuvvetleridir aslında. Amerika'da silahlı kuvvetlerin omurgasını -tıpkı İngiltere'de olduğu gibi- donanma, yani deniz kuvvetleri oluşturur. Genelkurmay başkanı donanmadan atanır, yine adını sık sık duyduğumuz "deniz piyadeleri" de donanma askerleridir. Kara kuvvetleri ise daha geri planda ve düşük bir ordu gücüdür. Zaten genellikle bu tür iç kargaşa, ayaklanma veya doğal afet benzeri durumlarda göreve çağrılırlar, bizdeki jandarma gibi bir nevi.

Yani soru şu;

Çürük olanın yerine -bazen de yanına- sağlam elma konulduğunda ne oluyor sahi?

Hele ki konu "ırkçılık"sa..

Aslında burada, temel bir analiz ve data eksikliği var.

Şöyle açıklamaya çalışayım;

Mr. Edward mesela..
İşinde gücünde, sivil bir vatandaş.
Sevmiyor olsun göçmenleri.
Tamam sevmesin.
Hatta ayrımcılık da yapıyor olsun.
O da iyiymiş, yapsın.
İyi de.. bu şekilde ne yapabilir en fazla?
Kendi sınırlı yaşam alanında önüne çıkacak bir kaç kişiye saydırmaktan, ya da meletmekten başka?

Ya da Ms. Claudia.. 
Tam tersini temsil etsin aynı bağlamda.
Dil, din, ırk, renk, hiçbirini iplemeden hayal edilebilecek en güzel insanlığı hayata geçirmeye çalışan mümtaz bir kişilik sergilesin.
O ne yapabilir en uç noktada?

Birisini iyi, diğerini kötü ilan edip, takdir veya kınama manyağı yapsak ne olacak sahi? (Ucuz hikaye, şimdilik bu çıkmaz sokağa girmeyelim )

Oysa "ırkçılık" asıl tehlikesini ve zehrini, kötülüğün "örgütlü" bir ahlak formu olarak vücut bulmasıyla gösterir ve zerkeder.

Ve tam da bu nedenle,  Edward ya da Claudia'nın bireysel davranış modellerinden öte, sosyal, ekonomik, siyasi formasyonların ve otorite merkezlerinin ( ki hepsi örgütlüdür) tavır ve reaksiyonlarıdır asıl mercek altına alınıp takip edilmesi gereken. (Claudia veya Edward ise, ancak bu tür otorite merkezleri ile herhangi bir bağlantıları varsa dahil edilebilirler konuya)

Kimler mi?

Mesela Polis, mesela bürokrasi, eğitim sistemi, vakıf-dernek faaliyetleri, ticaret (kapital) odaları, ya da en tepede uzun uzun anlattığım sigorta şirketleri..

Bu örgütlü ve resmi organizasyonların veya otorite merkezlerinin düzenli periyodlar içerisinde tekrarlanan bir "çürük elma" istatistiği ve sonuçların şeffaf bir şekilde toplumla paylaşılması gibi bir faaliyetleri mevcut mudur?

Yani sistemin, herhangi bir çikolata veya oyuncak fabrikasında dahi rutin olarak check edilmekte olan, -farz-ı misal- "üretim bandından hatalı ambalajlama ile çıkmış ürün sayısı ve bunların total üretime oranı" benzeri bir "çürük elma" üretim potansiyeli ve bunun zamanla korelasyonu vs.vs.. benzeri bir uygulama?

Daha da önemlisi, herhangi bir "çürük elma" tespit edildiğinde, o elmanın ait olduğu kurumun kendi elması üzerindeki yükümlülüklerini, disiplin soruşturmalarını usulüne uygun takip edip etmedikleri, ya da mahkemelerin sürece dahil oldukları andan itibaren sergiledikleri tavır vesaire.. Bunlar da en az diğerleri kadar kritik ve önemli parametrelerdir. O halde bunlara yönelik bir analiz de gerekmez mi?

Bu sadece "ırkçılık" ekseninde geçerli değildir tabi.

Eksenler çoğaltılabilir.

Yeri gelir işkence, yeri gelir kötü muamale olur.
Yeri gelir din olur, dil olur.
Kimlik olur, ideoloji olur, cinsiyet olur, cinsel yönelim olur, olur, olur.. (sakıncalı piyade portföyü ne kadar geniş veya darsa artık, her ülkenin mutfağına göre değişir)

Örneğin, Birtan Altunbaş isimli Hacattepe öğrencisini kırk kusür gün ağır işkence altında tutup ölümüne sebep olan polisler için açılan ve ailesi tarafından takip edilen davada, dava boyunca Ankara'da ikamet etmeye devam eden ve resmi olarak görevlerinin başında olan emniyet mensuplarına 10 kusür yıl boyunca yüzlerce tebligatta bulunulmasına rağmen, bunlardan tek bir tanesinin bile söz konusu polislere ulaştırılamamış olmasını nasıl izah etmek gerekir?! (O da altı üstü lütfedip mahkemeye gelip ifade vermeleri için ha!)

Buradaki elma kimin çürüğüdür mesela?

Ulan ben bile sikindirik bir davada -üstelik sadece tanık olarak- bir kez bulunamadım diye ( onun nedeni de sağlık müdürlüğündeki bir toplantıydı) hakkımda mevcutlu olarak (yani polis gözetiminde ve gerekirse cebren) mahkemeye getirilmem yönünde bir tebligat alıp ekip otosu ile götürülürken, devlet memuru olarak yeri belli, işi belli, adresi telefonu her bişeyi belli birine 10 yıl boyunca tebligat yapılamaması nasıl bir şeydir?

İşkence ile adam öldürmek gibi dehşet bir suçla yargılanan şüphelilerin, gerek ait oldukları resmi kurumlarca, gerekse ilgili mahkeme tarafından açıkça korunup kollandığının ispatı olan bu durumlar, hala bir kaç kendini bilmezin "çürük elma"lığı olarak kabul edilebilir mi ?

Dahası, sadece yakın tarihimizde bile bu şekilde -içlerinde çocuk kurbanların da olduğu- yüzlerce örnek sıralanabilir.

Şu halde, mevcut onca pratik ve vakanın eşliğinde, hakim bir otoritenin "biz işimize gelmeyen haktan, hukuktan, insanlık değerlerinden muhafız kardeşim" tezini alenen deklare ediyor oluşundan başka bir anlama gelemeyecek bu modelden nasıl bir "elmalık" feyz-i almamız gerekiyor acep?

Devir kötü, kolla götü filan mı?

Ben kime, ne için, nasıl güveneyim o halde?

Bilmem kaç yüz haftadır - 600 mü oldu, 700 mü, 1000 mi ?- oğullarının kızlarının kemiklerini arayan analar babalar neye nasıl güvensin?

İş makineleri ile mezarlığa dalıp, kepçeyle dozerle tahrip ettikleri mezarlardan çıkardıkları kemikleri yüzlerce kilometre uzakta plastik kutular içinde istif edip üstüne kaldırım döşeyen otoriteye kim ne için inansın?

Bu nasıl bir kantardır?

Amerika'da zenciler ayaklanınca emperyalist batı, yürü be siyah adam, arkandayız!
Fransa'nın varoşları ateşe verince Paris'i, yakışır, hak ettiler, kahrolsun ırkçı Fransa!

Yani nerede bir "şiddet" eylemi yaşansa, sosyolojik-ekonomik- ideolojik- zart-zurt bir sebebi vardır mutlaka, ama bizde?!

Vay hayvanlar, kamu malına zarar veriyorlar! diye koro halinde tepinilmeye başlanıyor bir anda.. ! (demek ki her şey çok mükemmel olduğu halde, bazı ruh hastası psikopatlar sebepsiz yere ve inatla yakıp yıkma derdindeler sadece )

90'lı yıllarda ODTÜ yerleşkesinde meydana gelen öğrenci olaylarında, kampüs içindeki Mc Donalds'ın camları indirildiğinde de aynı utanmazlıkla sahne almıştı yine bu zerzevat. Vandallar camları kırdılar, bütün öğrencilere hizmet veren bir cafe'yi tahrip ettiler, bunlar teröristler!.. (Sadece şu kadarını söyleyeyim, o günkü vahşi ( evet vahşi!) jandarma ve polis şiddeti bir yana, o Mc Donalds şubesinin camları, kapıları, masaları, bardakları, çatalları, bıçakları, her bir boku sigortalıydı, sadece çalışanların sigortası yoktu!)

En yakın örneğimiz ise Gezi olayları.

Ölen, vurulan, sakat kalan.. Kimin umrunda. (yalanları saymıyorum bile, yok silah da kullanmaya başladılar, yok kadına saldırıp işemeli sıçmalı ayin yaptılar, vesaire, vesaire...)

Ammaaa..!

Yüce milletin kutsal vergisiyle alınmış kaldırım taşlarıyla kırılan bütün camların ruhuna el fatihaa!

Çürük elma tabi, çürük elma..

Daha kapsamlı gidelim;

Bizim o çok sevgili devletimiz ve bu devletin olabildiğince hümanist, kucaklayıcı, ali-cenap temsilci ve yöneticileri mesela..
Var mıdır alevilerle bir sorunları?
Haşa..
Bulunmaz, olamaz.
Lakin birileri mütemadiyen alevi doğrar, öldürür, yakar, yıkar..
Kimdir bunlar?
Yine bir kaç çürük ve kendini bilmez elma elbet.
O halde devletin alevilerle bir sorunu var mıdır?
Billah yoktur.

E cemevi meselesi diyorduk hani? Diyanette temsil diyorduk?
Efenim bunların da "kardeşlik duyguları" arasına girmesine izin vermemek gerekir.
Ayrıca Alevilik hakket bir inanç sistemi midir, böyle tanımlanması uygun mudur değil midir kim bilir..
Sahi, kim bilir?
Ulemaya sormak gerekebilir!

Ya da Kürtler.
Sorsan, onlarla da "etle tırnak" gibiyizdir, kardeşizdir, kız alıp kız vermişizdir.
E yani şimdi birileri "kart-kurt" neyim dedi diye meseleyi o kadar da büyütmemek lazım gelir.
Zaten kürtçe gerçek bir dil bile değil midir mıdır müdür...
Eh işte yeter.

Bak unutuyordum;
Bir de alevi-kürt olmak gibi çok daha alengirli durumlar vardır ki..
Vah ki vah!.
İşte o an sevgi dozu tavan yapar, Nirvana gelse etten tırnağa geçerken çırak çıkar.
Biz düşünceye değil, "teröre" karşıyızdır filan..
E İsmail Beşikçi onca yıl niye yattıydı sahi?!
Bilen, duyan, hatırlayan?

Sonra gayr-i müslimler gelir (bir şeyi, olmadığı şeyle tarif etmenin en manyak örneği) sanki koyuna gayr-ı keçi, keçiye gayr-ı öküz, öküze ise gayr-ı insan der gibi.
Onlarla da süperizdir, aynı bayrak altında o biçimizdir, lakin tek bir Hristiyan tapu müdürümüz bile yokumuzdur.

Ermeni meselesi desen, bir başka kara mizah.

Trafik polisi olabilir miyim?
Olamazsın.
Neden?
Çünkü ermenisin.
Aa, öyle mi? Tamam ermeniyim ben o zaman.
Bölücülük yapma lan!

Böyle bir sirktir işte.
Flüt çalan fil, tramplenden atlayan kedi, ve-kütübihii...

Liste uzar gider.

İstanbul sözleşmesi imzalanmıştır ama eşcinseller "dinimiz gereği" heyhaaaat.. bak yine tu-kakadır.

Neyse..

Şimdi tüm bunlar, aslında bilinen meselelerdir.
Konuyu bol kepçe karıştırmanın kalbur üstü örnekleridir.

Aslında biraz daha yazasım vardı ama... Sıkıldım.

Belki son olarak şunu söyleyebilirim;

AKP öncesinde rejim, ayna imalatında ustaydı.

Ümit Kıvanç'ın da belirttiği gibi; Cumhuriyet, gerek 30'lu yılların yekpare devlet-yurttaş geleneği, gerekse ulus devlet inşa sürecinin kurucu dinamikleri ve tarihsel şartlanmışlıkları eşliğinde, bakanın kendisini olduğundan farklı gördüğü aynalar imal etmekte harbi ustalaştı.. Kendimizi aydınlanmış görünce, sahiden aydınlanmamıza gerek kalmıyordu.



Hemen ardından, ikinci dünya (paylaşım) savaşından yırttık, türlü manevralarla.
Üzerimizden ne alman tankları geçti, ne kızıl ordu.
Bir yanıyla büyük bir şans ve başarıydı.
Tahayyül bile edilemeyecek derecede yıkıcı olabilirdi.
Lakin aynı dönemin ruhunu teşkil eden devlet-vatandaş ilişkisindeki o bol dik açılı ve keskin geometriyi, ya da birey olmak ile modern yurttaşlık arasındaki ilerleyici ve sıçrayıcı değişimi, diğer Avrupalı örneklerinde olduğu gibi anlamlı bir dönüşüme uğratma şansını da yitirdik biraz bu yüzden.

Onlar, bireyi "sayılabilir-kullanılabilir-harcanabilir bir nesneler grubu" olarak görüp, tek bir emirle vagonlara doldurarak cepheye süren ve yüzbinler halinde ölmeleri durumunda dahi hiçbir özeleştiride bulunmayan "kutsal devlet" konseptine karşı, adım adım ama kararlı bir devamlılıkla meydan okudular, yaşanılan korkunç acıların kılavuzluğunda.

Gelinen noktanın daha iyi değerlendirilmesi açısından;

İlk büyük savaşta sadece Verdun'da (Fransa) 700.000'e yakın insan öldü. Asker ve insan hayatını hiçe sayan o büyük ve asil generaller, sanki günümüzün konsol oyunlarından birinin başına oturmuş ve ellerinin altındaki sanal birlikleri yönetiyormuşcasına, anlamsız ve ardı arkası kesilmeyen taarruz emirleri vermek suretiyle ulaştılar bu dehşetli sonuca.. İkinci büyük savaşta Stalingrad'da ölenlerin toplam sayısı ise ( alman ve rus) iki milyon sınırını aştı. Bugün herhangi bir savaşta böylesi rakamların bırakın gerçekleşmesini, telaffuz edilmesi veya iması dahi bir ülkenin altını üstüne getirmeye yeter de artar. Ve tek başına bu bile, bireyin o kutsal devlete karşı zaferinin bir göstergesidir. ( Ha bizde değil tabi.. Biz de hala, gerekirse beşyüz bin şehit daha veririz, bilmem nerenin anasını belleriz nutukları bol keseden atılabilmektedir ulu orta. Ve ne zaman böyle bol keseden höyküren birini duysam, Nürnberg mahkemeleri sonucunda idama mahkum edilen ve asılmadan önceki son sözü "Heil Hitler!" olan Julius Streicher'in o meşhur cümlesi gelir aklıma; Nation ist alles, Person ist nichts!" -Halk herşeydir, birey hiçbirşey- )

Akabinde hippi hareketi baş gösterdi.
İnsanlar bu kez de kendi bedenleri üzerinden dolaylı ve daha dolambaçlı yollarla otorite tesis etme hedefindeki her türlü ahlaki norma ve bunların temsilcilerine karşı (kendi öz anne babaları da dahil olmak üzere) savaş açtılar vesaire.. ( Askeri eğitim için FKÖ kamplarına giden RAF militanlarının kısa bir süre sonra kadın-erkek aynı çadırda kalma, üstsüz güneşlenme ve benzeri kurallara karşı gösterdikleri direnç nedeniyle kamptan kovulmaları, hippi hareketinin sessiz bir mirasıdır aynı zamanda)
Böyle sürdü gitti.

Bizdeyse hiçbiri olmadı bunların.
Savaş bitmişti.
Öyle Avrupa'daki gibi büyük bir acı veya yıkım filan da yaşanmamıştı üstelik.
Devlet baba neyi uygun gördüyse, sanki hiç savaş olmamış ve dünya hala aynı dünyaymış gibi keyfe keder lütfetmekte bir mahsur görmedi, hatta ısrar etti.
Bakanın kendisini farklı gördüğü aynaların üretimi devam etti.

Bugünse farklı bir evredeyiz.

Onu da bir ara yazmayı denerim belki.

14 Haziran 2020 Pazar

Nazım, Yorum ve Çocuk

Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Jokond ile Si-ya-u, Şeyh Bedreddin Destanı ve Taranta Babu'ya Mektuplar serisini ilk okuyuşumu dün gibi hatırlarım.

Yaz tatiliydi ve 14 yaşındaydım.

Bunları bitirince üstüne bir de VA-NU'dan "Bu Dünyadan Nazım Geçti"yi patlattım.


Eh işte, oldukça erken sayılacak bir yaşta tüm bunları yapabildim, çünkü evde vardılar, hemen başucumdaydılar, kitaplığın rafı kadar yakındılar.

Oradaydılar, çünkü babam kendisi için okumaya değer bulmuş ve almıştı onları bir vakit.

E madem babam okumaya değer bulup almıştı, ben niye almayacaktım?

Raftan aldım ve okudum.

Bununla beraber, Peder bey'in kısa süreli tereddütünü anımsıyorum.

Kitabı elimde görünce şöyle bi bakıp, istersen önce Ağrı Dağı Efsanesi veya İnce Memed'le başla diye eklemişti sanırım.

Lakin ben yine de Benerci'de karar kıldım.


Temmuz sonu, ağustos başı filandı.

Henüz sapı kanlı demiri kör bir bıçak kadar değildi belki, ama yine de sıcaktı.

Sivrisinekler de vardı.

Klima yoktu.

Gündüz vakti nem oranı, hareket halindeki bir insanın yüzüne ve  kollarına havanın kese atarcasına sürtünmesini hissetirecek kadar ağırdı.

Koltukta oturan mayışır, uyuya kalan sırılsıklam uyanırdı.

Onun için;

Gece okumaları en iyisi olacaktı.

İşte bu sayede, "yıldızlara bak delikanlım" dizelerini hakikaten yıldızlara bakarak okuma fırsatı yakaladım.

Şimdi düşünüyorum da;

Gerçekten Nazım'ı barındıran bir ev kütüphanesi miydi şansım, ya da ne bileyim işte.. mesela Necip Fazıl'ın "Bir Adam Yaratmak"  veya "Doğru Yolun Sapık Kolları"nı koysalardı önüme aynı tarihlerde, yine de bu denli sarar mıydım?

Hmm..


Yani Marksist bir tarihçiye göz kırparak; Morgdaki cesedin üzerindeki izlere bakmak suretiyle onun yaşarken nasıl birisi olduğunu anlamaya çalışmak her zaman farazi kaçacak olsa da bazı bazı!..

Eh işte belki ucundan azıcık, veyahut biraz.

Peki bir çocuğa koca bir kitabı satır satır yazdırır mıydı bu "biraz"?

Bak onu hiç sanmıyorum:)

(Sonraları "Reis Bey"i okumuştum zaten, pöff deyip atmıştım.)

Halbuki ben o yaz, her gece el ayak çekilince kah balkonda kah mutfakta, önce birini, sonra diğerini ve berikini derken, Benerci-Taranta-Jokond-Bedreddin kare asının tekmilini birden, mısra mısra, baştan sona, özene bezene, ve kendi el yazımla geçirmiştim deftere.

Sebebi basitti;

Çünkü babam kitabın kendisini almama izin vermemişti.

Nasıl verseydi ki?

O çok sevgili oğlu, Nazım'ın "na"sını duysa şalterleri atacak ve sırf bu yüzden kıvılcımlar saçacak adamlarla dolu bir okulun talebesiydi. Üstelik kilometrelerce ötede, gözden ırak ve "yatılı"!

Kuvvetle muhtemel ki, "olası" tersliklerden korumak istemişti çocuğunu.

E doğruya doğru, tehlikeli olabilirdi kitaplar.

Lakin benim de hiç niyetim yoktu vesselam;

Ne "tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu davarları, ince belli aslan yeleli atlarıyla" bizim toprakları, ne "mavi nehirde akan hasır yelkenli kayıklarla Şang-hay'dan yola çıkıp Paris'te bir müze bekçisinden çaldığı tabancayı muşamba göğsüne boşaltan Jokond ve Si-Ya-u"suyla Çin diyarını, ne de yıldızlara bakarken eli cebinde Heraklites'i mırıldanan o delikanlıyı ve bir Afrika köyünde "kara bir taşa damlayan çırılçıplak su sesi" eşliğinde "istediği yemişin rengini, etini, adını düşünmeyi" öylece geride bırakmayı..!

Coğrafya çooook! genişti.
Vadi çok derin.
Ve kenarına kadar vardığım uçurumun kışkırtıcı tekmiliyle aşağılara fırlamış bakışlarım, çoktan kestirmişti gözüne, rüzgarla şişmiş kanatlarını her saniye daha bir şevkle çırpan kuşun keşf-i alem tutkusunu!..

Gece güzeldi.
Yazdım deftere tükenmez kalemle, doldurdum hepsini bavulun içine.
Ve yaz tatili bitip mektebe döndüğümde;
Etüd saatlerinde kimsenin dikkatini çekmeden çevirebiliyordum artık, dünyanın dört bir yanına dört nala koşturmakta olan sayfaları sessizce.

Oh be dedim, oh bee!:)
Bitmedi tabi..
Tahir olmak da ayıp değil zühre olmak da geldi sonra..
Çok revaçtaydı ergensi yıllarda.
Ah Fidan, sevgili Fidan, ah..
Babası İtalya'da diplomatlık yapmış o enteresan kız.
İlk flörtümdü kendisi.
Ve garip bir biçimde, benim onu beğenmemden önce o beni beğenmiş, amma-velakin haber göndertmişti racon gereği.
Önce erkek teklif edecekti!
Aslına bakarsanız, ben o güne kadar Fidan'ı farketmemiştim bile.
Lakin haber gelince;
Derhal sevdim kendisini.
Sevince farkettim.
Ve madem ki artık farketmiştim; Tahir ile Zühre'yi de kendisine atfettim!

:)

Sonra Angina Pectoris çıktı karşıma..
Onu da bir sevk günü, sağlık ocağı doktoruna sordum usulca.
Şöyle bir durdu, senin ne işin olur ki dedi, anjina pectorisle filan?
Dayanamadım söyledim,
Nazım Hikmet'in şiirinde geçiyor dedim!
Hatta gazeteden kesip yanımda getirdiğim 5 x10 cm.lik kağıt parçasını cebimden çıkarıp kendisine uzattım.
Güldü,
Uzun boylu, bal rengi saçlı, güzel bir kadındı.
Önce benim anlayabileceğim şekilde bir kaç cümleyle anlattı, sonra gülümseyen gözlerle "kimleri de okurmuşşun sen bakiiim" diyerek yanağımdan makas aldı.
İşte o an;
Sanki Fidan'ın pabucu karşı dama atılır gibi olmuştu kiii...çok şükür kısa sürdü muayene faslı!
Ohooo!
Çıktım sağlık ocağından dışarıya, yine tahir, yine zühre, yine fidan, yine elma:)

Aynı yıl Grup Yorum'la tanıştım.

21:00- 22:00 etüdünde Nazım, yatakhaneye geçince Yorum..

Valla iyi bi ikili oldular aslında,
Her akşam ve her gece, birbirini beslediler karşılıklı.

Nazım'ın şiiri göz alıcı nakışların keskinleştirdiği bir matematik, Yorum'un "sesi" ise bütün yırtık-pırtık ve melankolik tınıları çarmıha geren cüretkar bir armonik çiviydi benim için.

Keyifli zamanlardı başlangıçta..

Hele ki ışıklar sönünce sekizer ranzalık koğuşta, mevzi alır gibi yanaşıp duvara komşu köşesine yatağın, dandik bir walkman ve her an bitmesinden endişe edilen pillerin parasızlığıyla.

Sahi, o piller ki, şimdiki internet veya elektirik kesintileri gibi "patta-danak" susmazdı birdenbire.
Zayıflardı önce..
Yetmezdi gücü kasetin göbeğini çevirmeye.
Uzayan notalar, uzadıkça baslaşıp pesleşen partisyonlar..
Bir korku filminden kopup gelen avazıyla kötü bir karaktere evrilen bütün solalar!
Katlanılmaz bir hal alırdı herşey.
Ama parasız yatılı okuyanda ne gezerdi para :)
Zayıflamış pil tedavisi üzerine uzmanlaşmalar..
Bir kaç kez vur yere, fırlat taş gibi zeminin üzerine!
Çok da değil ama, orta kıvam.
Çarpışmanın etkisiyle yamulup walkman yuvasına girmeyecek kadar deforme olmamalıydılar.

Neyse..

Bir şarkı içine serpiştirlmiş helikopter sesiyle ilk kez orada karşılaştım.

Ve o güne değin alışık olduğumuzun aksine;

Sanki sevgilisinden kırbaç yemiş gibi kasvetli, kah çatlak vazo kah kalkık kuyruk makamında bütün o kırgınlık abidesi melankolik namelerin uzağında.. hem de çook uzağında.. gümbür gümbür akıp gelen, ağlaşmayan, sızlanmayan, hatta belki antik bir yunan tanrısını çağrıştıran kenetli kol duruşuyla göklerden iner gibi savurup meydan okuyan erkek sesleriyle tanıştım sayelerinde.



Böyle geçti gitti bir kaç yıl.
Yorum her sene yeni bir kaset çıkarıyor, ve ben hep yeni şiirlerini arıyordum Nazım'ın.

Taranta Babu'yu, Jokond ve Si-Ya-u'yu, Benerci'yi ve Şeyh Bedreddin'i kaç kere okudum bu dönemde, gerçekten hatırlamıyorum.

Bazen defteri rastgele açıp bakardım.
Hangi sayfa düşse kısmetime, ateşli fokurdamasıyla dimdik, dosdoğru bir ses gelirdi ordan.
Tak diye inerdi yeryüzüne.

Bazen "sarı asyanın al kanıyla boyanmış nemrut ingilizin lisanıyla savrulan naralar", bazen "yavrularını vurdukları anu kurdun sütüyle karınlarını bir güzel doyurup Roma'yı kurmak için yola koyulanlar", ve bazen de "ne alınlarında defne, ne bacaklarında donları olduğu halde bir gece vakti dağ başına atılmış ikizleri Silvia'nın"..

Hepsi her an, ve hepsi "birdenbire", ve sanki "gökten yağar, kayalardan dökülür, yerden biter gibi" şaha kalkıp sıçrayabilirdi sayfaların dışına!

Ama ben hep saklardım.
Elliye elli metal bir kutudan ibaret olup "Kitap Dolabı" namıyla anılan o nesnenin en dibine tıkmadan o defteri, ve takıp kitlemeden üstüne asma kilidi, dönülmezdi yatakhaneye "güvenlik" gereği.

Lakin Yorum'un durumu farklıydı..
Hadi Jokond'u ve Babu'yu, Benerci ve Bedreddin'le birlikte deftere saklamıştım,
Peki ya Efkan'ın, Hilmi'nin ya da İlkay'ın sesini nereye saklayacaktım?

Zor işti yani..
Dakka başı belletmen, dakka başı ses, dakka başı ışık kontrolü.
Nasıl bir cizvit kafasıysa artık;
Bırakın Yorum'u Morum'u, walkmanin kendi yasaktı YAHU!:)

Saklayamadık tabi..

Bazıları yakalandı.

Müdür yardımcısı üşenmedi, o gece walkman ile yakaladığı 13-14 yaşındaki çocuklar için polis çağırdı.

İki arkadaşımızı terörle mücadele geldi aldı.

Ve o belletmen, sinirden eli kolu ağzı burnu seyirirken bazı bazı, "Siz ne denleyyoonuz uleayn böüyle!!!" diye hönkürmek suretiyle alev aldı patladı. Abartmıyorum; o keltoş kafalı nöbetçi müdür, üç katlı yatakhaneyi gırtlağından çıkan sesle tek başına zangırdattı.

Dolaplarında kasetle yakalanan çocuklardan ikisi siyasi şubeye alındı.
Kafası duvarlara vuruldu.
Anası - babası İskenderun'dan çağrıldı.

Ama bitmedi..

Ertesi gün sabahın körü, polis bütün yatakhaneyi bastı.
Ben panik içinde üç metre yüksekten, pencereden atladım.
Bileğim burkuldu ama durmadım.
Yatağımın altında sakladığım kasetleri torbaya doldurup, okul bahçesinde bir köşeye gömdüm.
Taranta Babu, Benerci, Jakond ve Bedreddin'i sakladığım defterleri ise yaktım.

Şundan 7-8 yıl önce babama yardım etmiştim kitap yakarken.
Bu kez kendi işimi kendim gördüm.
Şaka bi yana, korkudan altıma sıçacaktım:)

O finlandiyalı  kız ise, -mektup arkadaşım- anlatıp duruyordu hala;
Ne sevimli şeydi köpeği, zorlu kayak talimleri, soğuktu ülkesi, çok seviyordu güneşi..

İs kokuyordum ben.
Tırnağım kalkmıştı.
Burnumun ucuysa siyahtı:)



Son olarak, 1987 ve 1991 yılları arasındaki Grup Yorum "ses"leriyle bir aranjman hazırladım.
Evde mini bir müzik programı var.
Biraz vakit aldı ama başardım.
Keyifle dinleyenler olacaktır.
Eee, herkesin hatrı kendi çocukluğuna :)




edit: 26.06.2020
Videoyu biraz daha genişlettim. 







10 Haziran 2020 Çarşamba

en güzeli cumartesi

En güzeli cumartesiydi.

Sağım solum önüm arkam der gibi açıp gözü, 24 saatlik mesafede olurdu en yakın sobe.

Sonra telefon yazdır ve bekle.

Neşe :)

Yavaş akardı su..

Ailecek Foto Mustafalara giderdik mesela;

Elde yemiş, ayakta terlik, yürü babam yürü.

Lakin evde olmazdı bazen kendisi.

Onca yol tepmişsin ne gam.. Yok olurdu işte - hatta karısı bile bilmezdi nerede olduğunu- ..olsun canım, kısmetse başka sefere.

Jaklin teyzenin eşi stadyumdan sonra kaybolmuş yine?
Arkadaşlara denk gelmiştir herhal, gelince hatırlatırım mutlaka.. Neyi? Canın o iş vardı ya hani.. Ha tabi tabi, tamam.



Müdür beyin imzası lazım olurdu bazen;
Efenim kendisi şu an kurum dışında.
Amaaaan..!
Koy götüne rahman:)

Yahu doktora gidilirken bile acele edilmezdi hakkaten.
Dahiliyeci iki gün yokmuş, e biz çarşambaya gelelim o zaman.

Yolculuk desen, en ağırından hazırlanırdı bavullar.
Otobüsler yavaş, uzayan molalar.

Sahi kimin şiiriydi o;

Haftada birgün olurdu banyo dediğin, ama kimse de kokmazdı be kardeşim!

:)

Şimdilerde böyle mi oysa?

Malum; Kriz yönetimi!

Geçenlerde bir telefon bankacılığı yapayım dedim, meğer reklam almışlar araya.

Size özel çok cazip kredi fırsatlarımızdan yaralanmak istiyorsanız HEMEN 9'u tuşlayın!

Sonra tuşlasam olmaz mı?

Yok anam zinhar, şu dakkanın işini bir sonraki dakkaya bırakma!

Hemen yani..

Elbette, durduk yere kriz çıkarma!

!.

Onun için;

En güzeli cumartesiydi.

Çünkü bir önceki gün istediğin saatte yatıp, bir sonraki gün istediğin saatte kalkabileceğin tek gün idi.

Hani şu en tepeye yazdığım; en yakını 24 saatlik mesafede olan sobe meselesi..

:)

Bu bile kendi başına bir "ferahlık" sebebiydi.

Telefonlar yazdırılırdı PTT'ye.

O hatlar ki, yüzlerce kilometrelik mesafeden anne-baba sesi, karlar eriyince açılan köy yolları gibiydi.

Sonra otur ve bekle.

İstersen çay demle.

Nasılsa bağlanırdı o numara.

Nasılsa anons edilirdi ismin.

Eh işte anca o zaman koşardın, bi sevinç bi heyecan felan!

Gerisi neşe :)

Ve en sondaki soruyu ilk önce cevaplamak da dahildi neşeye.

-Canım yavrum nasılsın, iyi misin, sağlığın yerinde mi, paran bitti mi ?

-Bitti bitti:)





coğrafya

İkinci dünya savaşı üzerine (bizim jargonla ikinci paylaşım savaşı üzerine) sayısız kitap okumuşumdur.

Tam sayısını bilemem, lakin yüze yakın eser geçmiştir elimin altından.

Bu savaşın askeri dahileri, şüphesiz alman generalleri idi.

En başta Heinz Guderian ( zırhlı birliklerin babası), ondan önce Von Seckt ( aslında işin teorisyeni), Erwin Rommel, Manteuffel, Sepp Dietrich ve diğerleri..

Bu isimleri anmamın nedeni, son zamanlarda gündemde bolca yankılanan "coğrafya kaderdir" sözü ile manevi kardeşlik edercesine, onların da anılarında en çok buna vurgu yapmış olmaları.

Harp sahası deyince orada bir dur; herşeyden önce coğrafya!

Bir askerin coğrafyaya bakışının yalnızca taşla toprakla, dereyle tepeyle sınırlı olacağı yanılgısına kapılmayın.

Mesela Heinz Guderian, savaş sonrasında özellikle sovyet (doğu) cephesiyle ilgili olarak kaleme aldığı anılarında "coğrafya"nın belirleyiciliğine vurgu yaparken, bir asker gözüyle önündeki nehirin köprü başı tutmasını nasıl da zorlaştırdığından, ya da uçsuz bucaksız rus stepleri üzerinde kamuflajsız intikal etmek zorunda kalışından, veyahut dar vadi geçişlerinin geniş manevra ve kıskaç hareketlerini imkansız kılacak oluşundan filan söz etmiyordu sadece.. Bilakis, o topraklar üzerinde kendilerine karşı savaşan insanları ve kültürleri de kapsayacak biçimde, şu meşhur "coğrafyanın" totaliyle nasıl mücadele etmek zorunda kaldığını anlatıyordu çoğu zaman.

Anımsadığım en etkileyici betimlemelerinden bir kaç tanesi; Slavik kültürün "ikmal anlayışı ve yollarıyla" kendilerininki arasında ne denli uçurumsal farklar bulunduğunu dile getiridiği  bölümlerle ilgiliydi. Bu hususta uzun uzun -ve hayretini gizlemeden- bahsettiği pek çok detayın ardından; "Evet kıymetli silah arkadaşlarım, eğer Kızıl Ordu'nun orta derinlikte bir ilerlemeyi takiben kendisini nasıl ikmal ettiğini bir görseydiniz.. hayır, hayır, bunu hayal bile edemezdiniz!" demişti.

Afrodit'le Leyla'nın farkını anlatıyordu sanki kurmaylarına.




Afrodit dediğin, taştan mermerdendi.
Önüne dikilen herkes kendisini görebilir, ve her gören "güzel" derdi.
Leyla'yı ise daha kimsecikler görmemişti.
Ama herkes Leryla'nın güzel olduğunu "bilirdi"

Yazısının sonuna da -benzer mealde-şu ifadeyi eklemişti; "Batı, doğu'yu anlayamaz. Doğunun mahiyeti ve mantığı öyle farklıdır ki, bu iki kültürden bir sentez çıkarmaya çalışmak, kanaatimce her zaman boş bir  olarak çaba kalacaktır. Doğu, batı için Spfenx'in kayıp burnu gibidir"

Sonuç mu?

Kitabına adını verdiği (kaybedilmiş zaferler) ve ilk sayfasında altını çizdiği gibi; birbiri ardına sayısız savaşı sayısız zaferle sonuçlandırabilecekleri, lakin son (nihayi ve belirleyici) çarpışmayı kaybetme riskine her daim gebe kalacakları o "coğrafya"yı terketmek zorunda kaldı.

Yenildi.

Spfenks'in kayıp burnu Artemis'e üstün geldi.

Bugün geçmişe,  ister bir askerin veya politikacının gözüyle bakalım, isterse bir filozofun ,bilim adamının,veyahut en sıradan insanın cv'sini açalım, coğrafya ve kader bağlantısı çoğu kez "yaratıcılıkla" kırabileceğimize inandığımız, ve/ama -ancak- belli sınırlar dahilinde aşabileceğimiz sınırlar inşa etmekte herseferinde.

Ve her birinin sonucu kendi içinde.

Kimi devasa, kendini tarihe kazıtacak denli büyük, kimiyse sıradan ve küçük.

Bir de "zamanı" ekle üstüne;

Hani şu uçup giden -hatta nereye gittiği bile tartışmalı olan- ama dönüp baktığında sanki bin yıldır oradaymış gibi kıpırdamadan duran, ve belirli bir başlangıçla belirli bir bitiş arasına sıkıştırdığında mermerleşen yargısıyla; zaman.

Bak işte şimdi gülerim çocukça.

Babama kırk sene önce yakmak zorunda kaldığı kitapları taşımakta yardım ederkenki halim geldi aklıma.

Sonra sokağa çıkma yasağı ve tutuklama.

Evde plaklar.

Bir adım sonrası kaset çalar.

Bizim kısmetimize de böyle bir zaman ve coğrafya düşmüştü nihayetinde.

Ve mektup arakadaşlığı yaptığım o finlandiya'lı kız, köpeğinin yaramazlıklarını neşeyle anlatıp kayak derslerinin zorluğundan bahsederken, ne tür müzik dinlediğimi sorduğunda bana;

Peh..

Önce Zülfü diyesim geldi, sonra Selda, sonra Edip, sonra, sonra..

Yazamadım hiçbirini.

Ne ağrıdan sızıdan tutmaz elleriyle sıla yolları, ne gariplerle dolu mezarları, ne de arzuhalci katiplerle adaletsiz dünyaları.

Ooof of!

Henüz kahrolası europ ve final countdown sahne almamıştı!

Ve benim bunların tek bir tanesini bile ingilizceye çevirmem, Salvador Dali'ye rahmet okutacak kadar surrealist kaçacaktı :)


Dip Not:
Sanırım sadece yapmamız gerekenleri yaptık.
Herkes kendince ve kendine özgü biçimde yaptı.
Çeşitllik buradan gelir.
Ve evet,"yaratıcılık" işin tuzu biberidir.
Yine de aynı tür'ün varyasyonlarıydık.
Türden türe atlayamadık.
Atlayamazdık.


8 Haziran 2020 Pazartesi

soL'un "eşcinsellikle" imtehanı

Malum, her hafta yeni bir fetvaya imza atarak gündemi ayarı bozulmuş bir sarkaç gibi oradan oraya savuran sevgili diyanetimiz, geçtiğimiz günlerde "eşcinsellik" üzerine de bir güzel kustu bütün kinini.

Lakin bu yazının hedefi, yüklenmesi oldukça kolay ve sıradan olan "diyanet" değildir.

Yani hepimiz biliriz işte, bütün semavi dinlerin tarihsel bir derdi vardır eşcinsellikle. Ki bunda şaşılacak pek bir şey de yoktur aslında. Dogma dogmadır ve her ne kadar "aman hastalıklar çoğalır, heryeri mikrop kaplar, ahlak bozulur, toplum çürür, kokar, yokolur !" gibi bir takım müthiş tıbbi ve bilimsel-sosyolojik yan argümanlarla deynek sallayıp dursalar da ortalıkta, vahyin emrettiği ve reddedilmesi mümkün olmayan bir lanetin tekrarlanması dışında pek de bir şey yoktur ele alınabilecek.

Bununla birlikte, eşcinseller açısından tablo (veya karşı cephe) maalesef ki sadece "diyanet" ve benzeri şürekalarla sınırlı değildir.

İşte bu yazının ana eksenini teşkil edecek şekilde, gündeme ya da ortak düşünce alanına pek de sık getirilmemekle birlikte, Sol'un eşcinsellikle imtehanıdır asıl mesele!

Evet, gerek Türkiye, gerekse dünya solunun en sosyalist, en devrimci, en Marksist, en Leninist, en Maoist çevreleri, partileri ve hatta devletleri de, neredeyse bir yüzyıla yaklaşan bir süredir ve en az "tüm diğer dini merkez komiteler" kadar farklı ve dahiyane gerekçelerle (yozlaşmış kapitalizm artığı olmak, sermayenin yarattığı çürüme ve yabancılaşmada son noktayı teşkil etmek vs gibi..) eşcinselliği yok saymakta, lanetlemekte, veyahut bir irin statüsünde değerlendirmekte, hatta bu amaçla yeri geldiğinde hapis, sürgün veya ölüme varan farklı tedavi kürleriyle (!) ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar.


20. yüzyılın reel sosyalizm deneyimi, bunun sayısız örnekleri ile doludur.

Aslında, en eskiye gittiğimizde Ekim devrimi ile birlikte eşcinselliğin Sovyetler Birliği'nde yasal olarak "suç" vasfından çıkarılmış olduğunu görürüz. Evet, bu gerçekten böyle olmuştur ve Çarlık Rusya'sının aksine, sosyalist devrimin eşcinseller için de bir özgürlük ortamı getirmiş olması ilginçtir başlangıçta. Bendeniz, bunun nedenleri üzerine detaylı bilgi sahibi olmamakla beraber, Lenin'in ve kızıl ordu komutanı Trocky'nin geniş öngörüsünün, veya dumanı hala üzerinde tütmekte olan "taze ve sıcak" bir devrimin aurası gibi değerlendirilebilecek geniş kapsamlı ve cüretkar bir özgürlük rüzgarının da bir faktör olabileceğini düşünüyorum bu hususta. 

Lakin bildiğim ve izlerini takip edebildiğim bir şey var ki, o da Stalin ile birlikte adım adım daraltılan özgürlükler ortamının ilk kurbanlarından birisinin de eşcinseller olduğudur. 1930'larla birlikte, önce ilgili kanun ve yönetmeliklerdeki minör değişikliklerle başlayan süreç, 1933'ten itibaren açık seçik yasal bir "yasak" statüsü kazanmış, akabinde "eşcinseller için rehabilitasyon merkezleri" kurulmasıyla devam etmiş ve dahası; kişinin geçmişte devrime bağlılığı ve fedakarlıkları devletin resmi madalyasıyla tescil edilmiş bile olsa, eğer bir eşcinsel olarak ilgili rehabilitasyon merkezlerince temize çıkarılmamış veya iyileştirilmemiş ise, parti üyeliği gibi "kritik" pozisyonlar için kanunen aşılması mümkün olmayan engellerle kuşatıldığı bir evreye ulaşmıştır.

Aynı fenomen, Çin Halk Cumhuriyeti'nde, uzak-doğu kültürünün kanıksanmış "şiddet" dozu ile uyumlu biçimde, elektrikle şoklanarak iyileştirme, ve eğer bu da başarılı bir sonuç vermezse kurşuna dizmelere kadar varmıştır.

Bugünkü Kuzey Kore'de , hala ve tek başına "infaz" gerekçesidir.

1960 lı ve 70 li yıllarda, dünya basınına yansımış olması ve görece daha iyi bilinmesi sebebiyle, Komunist Castro'nun Küba'sında, bizzat devrime katılmış ve Batista'ya karşı savaşmış  bir yazarın (Reinaldo Arenas) uzun yıllar hapis yatması, ağır işkencelerden geçirilmesi ve nihayetinde "siktir git buradan" denircesine Amerika'ya postalanması da bir başka devrimci-homofobik hikayedir.


Reinaldo Arenas'ın Amerika'ya defedilmesi sonrasında kaleme aldığı yazılar ise, bir hayli dramatik ve ders alınasıdır. Sık sık devrime ve sosyalizme olan inancından bahsederken, şöyle demek durumunda kalmıştır; " ..bunca yıllık horlanma, aşağılanma ve cezalandırmanın ardından, kişisel özgürlüğümü yaşayabilmek adına ekonomik adaletsizlik ve kapitalist sömürünün hüküm sürdüğü bir ülkeye göç etmek zorunda kaldım"

Lafın özü, eşcinsellik hali, 20. yüzyılın reel sosyalist etik'i ve komünist ahlak anlayışı içinde, onulmaz bir engel olarak yıllar boyunca yer almış, ve hala almaktadır.

Her ne kadar Castro'nun 2000 li yıllarda bir özeleştiride bulunması, ülke çapında eşcinsellere karşı 1960 ve 70 lerde yürütülen ve cadı avını aratmayan uygulamaların baş sorumlusu olduğunu kabul etmesi ve bugün bundan derin bir üzüntü ve pişmanlık duyduğunu dillendirdirmesi, bir nebze anlamlı bir adım olarak görülebilse de, hali hazırda dünyadaki sol cenahın konu ile ilgili tavrı pek de değişmiş değildir.

Ülkemiz özelindeyse, Mahir Çayan ve Kızıldere geleneğinden gelen pek çok devrimci parti için (ki hepsi illegaldir) henüz bir Castro kadar bile olmadılar diyebiliriz. Hatta pardon, çok pardon.. Castro'nun özeleştirisinin yakınından bile geçemezler ifadesi çok naif ve boş kaçar!. bilakis -ve hala-tam bir Kuzey Kore kafasındadırlar.

Bugün DHKP-C, TKP/ML TİKKO, MLKP ve benzeri örgütlerin bırakın içini, merkez komitesini vesaire, bunların yasal platformdaki sempatizan kuruluşlarında bile (tayad, halk cephesi, halkın hukuk bürosu, partizan, evrensel, bilmem ne gençlik vs..) "eşcinsellik" kusursuz bir aforoz nedenidir hala.. 

En son,- sanırım 5-6 yıl önceydi- işkence ve polis baskısına karşı yıllardır en ufak bir zafiyet göstermeden dimdik durmuş, davasına sadakati ve cesaretiyle hareket içinde en göğüs kabartıcı lakaplara mazhar olmuş, gecesini gündüzünü siyasi tutsaklar ve onların aileleri için harcamış, nerede bir işkence, hak ihlali varsa koşmuş, koşturmuş, ve tepeden tırnağa bir devrimci olduğunu bütün ömrü ile ispatlamış bir avukat bile, eşcinsel olduğunu beyan etmesiyle birlikte bir günde "en ahlaksız, en rezil, en yozlaşmış" olmakla yaftalanmış ve yıllardır yüreğini verdiği o saflardan geri dönmesi mümkün olmayacak bir biçimde dışlanmıştır. (Bir kısım rivayete göre, kendi yoldaşları tarafından okkalı bir dayağa da maruz kalmıştır, ama bu bilgi hali hazırda teyit edilmeye muhtaçtır)

Benzer minvalde tahmini (hatta kesin) sonuç: Bugün en radikal sol müzik topluluklarından biri olan grup yorum bünyesinde, eşcinsel bir müzisyenin yer alması fikri zinhar icazet alamaz, hayali bile kurulamaz, hatta gündeme getirilmesi dahi tek başına "suç" teşkil eder. Adamı bırakın gruptan, İstanbul'dan kovarlar. (Hadi İstanbul belki abartı oldu biraz, ama en azından Gazi Mahallesi'ne bir daha adım atamayacağını garanti edebiliriz)

Yeniden dünya ölçeğine dönecek olursak, sosyalist cenahta bu işin ibresinin biraz daha "insani boyutlar"a kayabilmesinin vesilesi, hemen herşeyi bilimselce düşünmeye ve duygularını da bu bilimselliğe ayak uydurma yolunda eğitmeye belki de en yatkın millet olan Almanlar sayesinde olmuştur. (O an için bilimsel olanı -ya da görüneni- bilmek suretiyle duyguları eğitmek mümkünse, bu işin nasıl yapılacağı sanırım ancak "donuklukları ve sözüm ona duygusuzluklarıyla" meşhur almanlardan öğrenilebilir)

Özellikle 1980'lerin başlangıcından itibaren, eşcinselliğin bir hastalık durumu veya patoloji olmadığı, homoseksüelliğin de en az heteroseksüellik kadar doğal bir cinsel yönelim olduğuna dair ilk tıbbi makaleler, ilk psikiyatrik ve klinik çalışmalar Doğu Almanya orjinli olarak yayımlanmaya başladığında, ilginçtir, buna ilk kulak kabartan -60 ve 70'li yılların acımasız eşcinsel avcısı olan- Castro olmuştur..

Akabinde yürütülen karşılıklı iletişim, önce Kübalı psikolog, hekim ve sosyologların Doğu Almanya'yı, ardından da Doğu alman bilim insanlarının Küba'yı ziyaret etmeleriyle ilerlemiş, ve nihayetinde Fidel amcamızın da insafa gelmesiyle sonuçlanmıştır. Böylece, bilhassa 60 lı ve 70 li yılların sosyalist Küba'sına damga vuran sert homofobik politikalar ve cadı avı bir son bulmuştur. Gerçi bu ilk insafa geliş, eşcinsel kişilerin parti üyeliği ve yerel yöneticilik gibi "devlet" görevleri önünde yine bir mani teşkil etmiştir, ama en azından birey olarak doğrudan kişilik ve onurlarına yönelik itibarsızlaştırma ve saldırganlığı bitirmiş, hapis veya sürgün gibi uygulamaları da rafa kaldırmıştır. Castro'nun 2000 li yıllarda yaptığı halka açık özeleştiri ve özür ise, bu sürecin son halkasıdır.

Lakin - istisnai küba örneğini bir tarafa bırakacak olursak- "eşcinselden devrimci veya sosyalist olur mu?" sorusu, hala bütün psikolojik, politik ve hatta "ideolojik" ağırlığıyla ortada durmaktadır.

Daha da doğrusu, bu alengirli soru ilk kez 1934 yılında Harry Whyte isimli, kendini sosyalizme ve devrime adamış bir Britanya Komunist Partisi üyesi tarafından aynen bu şekilde (bir eşcinsel komunist parti üyeliğine layık değil midir?) bütün yalınlığı ve alt kırınımları ile oldukça detaylı bir mektup haline getirilip Joseph Stalin'e sorulduğu günden beri, kocaman bir soru işareti olarak yerinde durmaya devam etmektedir. Zaten Stalin de mektubu hiç yanıtlamamıştır. Bilakis, zahmet edip cevaplamaya değer bulmadığı evrağı arşive göndermeden önce, üzerine "bir gerizekalı ve dejenere" notunu düşmekten geri durmamıştır.



(Mektubun İngilizce orjinali  http://canopycanopycanopy.com/15/moscow adresinde okunabilir)

Şimdi gelelim, diğer sorulara..

Aslında "eşcinsellik" bağlamında Sol'a sorulabilecek sorular ile diyanet veya papalığa sorulacak sorular arasında, ilkesel açıdan pek fazla bir farklılık yoktur.

Mesela bir imama veya papaza (veyahut dindar, gelenekçi bir insana) "nedir kardeşim sizin bu eşcinsel düşmanlığınız" diye başlayıp, ardından şu sualleri doğal olarak yöneltebiliriz;

- Kendi varoluş biçimiyle bir problemi olmayan, bedeni ile barışık, çevresine ve doğaya karşı saygılı, hatta çoğu zaman dini inançları bulunan ve "allah da beni böyle yaratmış" diyerek inandığı tanrısına samimiyetle dua eden, ve belki entelektüel seviyesi ve donanımı da hayli yüksek bir eşcinsel, hangi gerekçelerle "kötüdür" ve rahatsız etmektedir sizi?

- Farz-ı misal, eşcinsel değilim ama her türlü yolsuzluğu yapıyorum, çalıyorum, çırpıyorum, milletin amına koyuyorum, o halde yine de bir "eşcinselden" daha mı iyiyim?

- Daha da önemlisi, insanları neden dürüst bir yaşam sürmek, alınteri ile kazanmak, başkasının malında, emeğinde, başarısında gözü olmamak, doğayı sevmek, üretmek, hakkaniyetle paylaşmak vs. vs gibi tonla kriter varken, sadece kiminle ve nasıl birlikte olduğuna bakarak lanetleyebiliyorsunuz?

 Vesaire.. vesaire..

İlginçtir, aynı soruları- ufak tefek rötuşlarla ama eksenini hiç değiştirmeden- herhangi bir komünist part MK'sına da sorabiliriz;

-Kendisi ve bedeni ile barışık, ilave bir zihinsel problemi bulunmayan, sahip olduğu entelektüel birikim ve bilinç ile insanların saygısını kazanmış, daha da önemlisi kendisini bir "sosyalist" veya "devrimci" olarak tanımlayan ve devrim yolunda kararlılıkla savaşmakta olan bir insan, tam olarak "neden" rahatsız etmektedir sizi ve hangi sahih gerekçelerle "yozlaşmışlar" veya "dejenere olmuşlar" sınıfına dahil edilmektedir?

-Farz-ı misal eşcinsel değilim, ama tam bir tatlı su devrimcisiyim. Hatta ve hatta, her an gücün ve paranın çekiciliğine kapılıp mücadeleden kopabilirim, ya da en ufak bir fiskeyle kuşlar gibi ötüp bütün yoldaşlarımı satabilirim, yine de o "eşcinsel"den daha mı iyiyim?

-Daha da önemlisi, insanları neden yetenekli, birikimli bir devrimci olmak, mücadeleye tereddütsüz katılmak, bu uğurda bedel ödemekten sakınmamak, partiye ve devrime bağlılıktan taviz vermeden gerektiğinde en zor görevlere gönüllü olup elde silah düşmanla çatışmak vs. gibi tonla kriter varken, sadece cinsel yönelimiyle yargılıyor ve "çürümüş" veya "yozlaşmış" ilan edebiliyorsunuz?

Görüldüğü üzere, benzer soruların ufak nüanslarla bir imama, papaza veya hahama sorulması ile bir komünist parti genel sekterine sorulması arasında, "öz"de hiçbir farklılık yoktur.

Dinci familya ayete bakar, kitapta hükmü kesinse - ki kesindir- gerisi hikayedir, yapacak bir şey yoktur.

Komünist parti ise hikmet-i kendine mahsus bir "yozlaşma ve dejenerasyon" zıp-zıplığı içinde bir kaç slogan atar. Bununla birlikte, hiçbir zaman bu dejenerasyonun "sınanmış, test edilmiş ve elle tutulabilir" bir izahatini yapamaz. Bu konuyla ilgili hiçbir bilimsel-istatistiki çalışma ortaya koyamaz. Onun koyduğu tek şey, bir cinsel organ ve gözü önünde canlandırdığı göt deliğidir, o kadar.

O halde, modern zamanların tüm bilimsel değerlerine inat, - ve belki artık sadece "psikolojik faktörlerle" açıklanabilecek bir "şerhe" rağmen, nedir bu sarsılmaz "sol reddiyedeki" inat, anlamak mümkün değil..

Ben anlamış değilim en azından.

(Ayrıca bir de "lezbiyenlik" meselesi var!.. Sanırım lezbiyenlerin durumu "devrim mahkemesi" önünde nisbeten daha rahat.. Yani burada bile, sanki sahnenin gerisinde bağdaş kurmuş kısmi erkek-egemen bir bakış var)

Neyse..

Bu tür analizleri ve tarihi anektodları bir tarafa bırakırsak, eşcinsellik bağlamında aşağıdaki hususları hatırlatmak, güncel açısından faydalı olacaktır; 

Herşeyden önce, eşcinsellik olgusu modern dünyanın tıbbi literatüründe (40 yılı aşkın bir süredir) bir "hastalık" durumu değildir.

Tüm dünyada, sağlık ve hastalık verilerinin takibi ve istatistiki analizi amacıyla bir kodlama sistemi kullanılmaktadır. Kısaca ICD denilen bu kod sistemi, aktüel bilgiler ışığında güncellenir. ( Örneğin en son covid-19 için yeni kodlar açılmıştır) ICD İngilizce bir kısaltmadır. Tam açılımı "international classification of disease", yani Türkçeye çevirisiyle " hastalığın uluslararası sınıflaması" anlamına gelir. Siz de herhangi bir hastaneye gidip muayene olduğunuzda, doktor size üşütmüşsün, akciğerlerin su toplamış veya böbreğinde taş var dese de, dosyanızda esas olan bu tanı'ya ait kod'dur. Devlet bu işleri böyle takip eder. Mesela bildiğiniz "ishal" için bile, en az 10'a yakın farklı tanı kodu vardır.

*A09 : akut gastroenterit, enfeksiyöz orjinli olduğu tahmin edilen

*K52: akut gastroenterit, enfektif olmayan

*A08.0 : akut gastroenterit, gösterilmiş etken rotavirüs

*A08.1 : akut gastroenterit, gösterilmiş etken, Norwalk ajanı

*A08.2: akut gastoenterit, gösterilmiş etken adeno virüs

*A08.3: akut gastroenterit, diğer virüsler

Uzun lafın kısası, siz "hepi topu bi ishal" ile gitmiş olsanız da hastaneye, bu kodlardan en uygun olanı siz farkına bile varmadan doktorunuz tarafından dosyanıza işlenir.

Şimdi asıl konumuza dönelim;

İşte bu kodlama sisteminin en son versiyonu olan ICD-10'da "eşcinsellik" şeklinde bir kod, maalesef ki yoktur!

Ara not: Ben ne zaman dinci tayfayla taşak geçmek istesem bu örneği veririm zaten. Hani şu "Çin'de bile olsa aranıp bulunması gereken şey vardı ya!.. İşte o bilim diyor ki, eşcinsellik bir hastalık, patoloji ya da rahatsızlık değildir. ( bu taşak geçme faslı isteğe bağlı olarak başka form ve şekillerde de yansıtılabilir şüphesiz ; ilim çin'de olsa alınız, lakin konu eşcinsellikse geri bırakınız!.. ilim çin'de de olsa alınız, lakin mevzu evrimse pek de oralı olmayınız.. vesaire..vesaire :)

Ha bir de, "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" şeysi vardı di mi.. Bilimum aydınlanmacı, Kemalist, Atatürkçü tayfaya da söylenebilir tabi aynı şeyler, eğer konu bağlamında yeri gelirse.

Neyse biz devam edelim;

Dolayısıyla, en güncel tıbbi tanı guideline'larında (klavuzlarında) bir "hastalık" durumu olarak tanımlanmamış olduğu için, eşcinsellik için hazırlanmış ve tıbbi literatüre eklenmiş herhangi bir tedavi protokolü de yoktur.

Zaten bugüne kadar hiçbir eşcinsel, hiçbir gay, hiçbir lezbiyen,herhangi bir doktora başvurup ben hastayım, tedavi edilmek filan da dememiştir.

Ha, bazıları bir psikoloğa-psikiyatriste filan gidebilirler.. Ama bu da "beni tedavi et, eşcinselliğimden kurtar" diye değil, hemen istisnasız bir biçimde "çok fazla toplumsal baskı görüyorum, yakın çevrem beni dışlıyor, mobinge , saygısızlığa, aşağılanmaya maruz kalıyorum, ve bu da beni çok yıpratıyor, psikolojimi korumak için neler yapabilirim?" çerçevesinde olur. (İsteyen istediği psikoloğa sorabilir) 
Yani eğer ortada bir "tedavi" ihtiyacı varsa, bu sadece eşcinsellerin eşcinsel olmayanlar tarafından tabi tutuldukları yoğum maddi ve manevi şiddete dairdir, yoksa eşcinselliğin bizatihi kendisine değil.

Ben eşcinsel filan değilim, ancak ister dindar, ister demokrat, ister sapına kadar sosyalist komünist neyim olsun, bu insanların eşcinsellerle derdi nedir, hiç anlayamayacağım sanırım..

Kaldı ki, eşcinsellik insanlığın bilinen tarihi kadar eski, antik yunandan beri var olan bir durum. ( E hani nooldu kapitalist yozlaşma veya sermaye dejenerasyonu tezlerine filan??) Üstelik, sadece insanlar da değil mesele. Yapılan pek çok çalışma gösteriyor ki, doğanın bütünü içerisinde, pengueninden maymununa kadar en az %2 ile %5 arasında değişen oranlarda eşcinsellik olgusu mevcut. E ne yapacağız şimdi, insanlarla olan meseleyi hallettikten sonra bu kez de penguenlere mi gelecek sıra?

Ya gülmeyin lütfen, ama şu homo-penguen işi gerçekten tam bir bilimsel çalışma :)

Bakın arz edeyim;

Bir kaç bilim insanı üşenmemiş, yıllarca takip etmişler bu hayvanları. Ve görülmüş ki, ortamda yeterli sayıda karşı cins olduğu halde, bir kısım "sapkın"(!) penguen tutarlı ve düzenli bir şekilde kendi cinsi ile ilgilenmekte.

Gelelim, bu gözlem ve çalışmanın o tür açısından makro değerlendirmesine.. Şimdi bu homo-penguenler ısrarla hemcinslerine yönelik bir "libido" sahibi olduklarını gösteriyorlarsa ve eğer bu durum - farz-ı misal" bir "gen" veya "genetik sorun" ise ( dikkatinizi çekerim penguenlerden bahsediyoruz, bunların insanlar gibi gelişmiş bir dil becerisi, soyut düşüncesi, felsefesi, sanatı, edebiyatı filan yok malumunuz. Haliyle, penguen aleminde okuduğu bir kitaptan, seyrettiği bir filmden, basından, medya bombardımanından etkilenerek, veyahut yanlış arkadaş kurbanı olarak ya da özenti gibi yollarla homoseksüel olmak pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle geriye kala kala, anca bir takım genetik etkenler kalıyor naçizane ) ve işte ama böyle bile olsa, ortada bir sorun var hala... 

O da şu; Şimdi bu homo-penguenler karşı cins yerine hemcinsleriyle cinsel birliktelik sergiledikleri için ne olacaktır? En basit sonuç: çocuk sahibi olamayacak ve yeni jenerasyonlar için döl veremeyeceklerdir. 

Peki bu durumda ne beklenir? Cevap: Bu homo-penguenlere ait "arızalı" genlerin (hani hastalardı ya:) kendi yaşamları sona erdiğinde (yani öldüklerinde) popülasyondan silinmesi gerekir. 

Güzeel.. Peki hal böyleyken, bizler neden her yeni jenerasyonda düzenli olarak yeni homo-penguenler görürüz o halde? Muhtemel cevap: Demek ki doğada, doğanın kendi iç işleyişinde, belki de evrimsel sürecin memeli hayvanlar bünyesinde ulaştığı seviyede, dışardan herhangi bir müdahaleye ihtiyaç duymadan bu şekilde işleyen ve kendini sürekli ve düzenli olarak tekrarlayan bir dinamik var (ya da olmalı)

Bence bu gözlem ve öngörüler bile çok şey anlatabilir bizlere..

Son olarak;

Bazı yanlış anlamalara veya kafa karışıklıklarına mahal vermemek için, bir doktor olarak, tıbbi li,teratürde gerçek anlamda cinsel kimlik ve davranış bozukluğu veya cinsiyet problemleri şeklinde tanımlanmış diğer durumlardan bahsedeyim.

Bu rahatsızlardan birisi, toplumda genel olarak çok az bilinip duyulan, ancak hekimlerce nispeten sık görülen bazı genetik patolojilerdir. Daha anne karnında embriyo düzeyinde yaşanan bir takım hücresel bölünme ve eşleşme hataları sonucu ortaya çıkarlar. 

Şimdi tıbbi isimlerine girip kafanızı karıştırmak istemiyorum, ama bir benzetme yapacak olursam, altı şişhane üstü bilmem ne gibi dramatik durumlardır.. Mesela size bir çocuk getirirler, gayet sağlıklı görünen bir kız çocuğudur ama adet görmesi gereken yaşa geldiği halde adet görmemektedir. Bir ultrason yaparsınız ki, karın içinde ne rahmi ne yumurtaları vardır.. Hiçbiri yoktur, hatta genetik analiz sonucu XY (yani erkek) çıkar..

Ya da bir erkek çocuktur getirilen, penisi vardır. Lakin onun karın içinde de rahim neyim bulursunuz. Hücre analizi de XX (yani kadın) sonucu verir..

İşte bu durumlar, hem hasta, hem aile, hem de hekimler için oldukça zor süreçlerdir. Bazen yıllarca, hem klinisyenlerce hem tıbbi etik kurullar aracılığıyla özenle takip edilir.. Nihayetinde çocuğun cinsel kimliğinin zihinsel kabulü ( yani kendini ruhsal olarak kadın gibi mi yoksa erkek gibi mi hissettiği) ve daha pek çok organik, psişik, psikolojik faktörün bütüncül olarak değerlendirilmesi ile birlikte bir karar verilir. Bazen olduğu gibi bırakılır, bazen ilaç, hormon uygulamaları, ya da vakaya göre ameliyat seçenekleri vs planlanır.

Bir diğer cinsel kimlik sorunu ise, transeksüellerde gördüğümüz durumdur.
Bu kişilerin, yukarıda saydıklarımın aksine hiçbir fiziksel ya da genetik patolojileri yoktur. Gerek dış genital organlar, gerek iç genital organlar, hepsi yerli yerinde ve normaldir. Lakin bu gruptakilerin durumu, kendini erkek bedenine hapsedilmiş bir kadın, veya bir kadın bedenine hapsedilmiş erkek gibi görmeleridir.. ( Bülent Ersoy'un durumu budur mesela)

Yani zihinsel olarak kendilerini ait gördükleri ve kabullendikleri cinsel kimlikleri ile, bedenleri arasında bir uzlaşmazlık ve karşıtlık bulunur.

Ve bu dramatik hal, ciddi boyutlarda psikolojik bir kaos yaratır. Kişi, kendini ait hissettiği cinsel kimlik ile fiziki bedeni arasında sürekli bir savaş hali yaşar. Hatta bu savaş bir süre sonra teröre dönüşür ve kişi kendi bedenine zarar verme yoluna girebilir.

İşte bu noktada, gerek hekimler gerek hasta, ortada bir "sorun" olduğunun farkındadır ve bu durumun öyle ya da böyle çözülmesi (tedavi edilmesi) gerektiği hususunda hemfikirdirler.

Lakin bu tedavi de, aman sen kendini kadın olarak mı görüyorsun, tamam o zaman hadi kesip atalım hemen çükünü şeklinde işleyen şip-şak bir süreç değildir. Bilakis, son derece komplike, zamana ihtiyaç duyan, zahmetli bir iştir. Öncelikle, ortadan kaldırılması ve ekarte edilmesi gereken pek çok olası sebep vardır. Mesela bir psikoz, majör depresyon veya bazı ağır travmatik olaylar sonrasında benzer duygulanımlar yaşanabilir. İşte tüm bu ihtimallerin ortadan kaldırılması elzemdir, çünkü yapılacak işlem geri dönüşü olamayan bir işlemdir.

Nihayetinde, tahliller, tetkikler, psikolojik faktörler, hekimler, tıbbi etik kurulları hep birlikte vakayı bütüncül olarak değerlendirir ve bir sonuca ulaşır. Eğer kişinin ameliyatına karar verilmişse, amerliyat öncesi dönemde sağlanması gereken hormon desteği, ilave kozmetik destekler vs. sağlandıktan sonra gerekli cerrahi işlem uygulanır..

Ama biz yine asıl konuya dönecek olursak, eşcinselliğin yukardaki "patolojik" durumlarla hiçbir alakası olmadığını söylemek gerekir.

Eçcinsel kişinin, kendi bedeni ile bir alıp veremediği yoktur. Bilakis bedenini sever. Nice body-buildingci erkek , ya da son derece alımlı güzel kadınlar vardır. Hiçbirinin sahip oldukalrı bedenle bir savaşı bulunmaz. Tek söyledikleri, ben kendi cinsimden hoşlanıyorum demekten ibarettir.

Eşcinseller içinde, aslında oldukça düşük oranlarda feminin tarz sergileyen erkek, ya da erkeksi bir tarz sergileyen lezbiyenler bulunabilir. Bunlar aslında küçük bir azınlığı teşkil ettikleri halde, özellikle medya açısından en eğlenceli ve karikatürize edilmeye müsait tipler olduklarından, orada burada bize en çok servis edilenler de bu tipler olurlar. (Kuşum Aydın, zeki müren, vs)

Mesela ben, öğrencilik yıllarımda çalıştığımız kültür merkezimize davet ettiğimiz bir grup LGBT'liyi hatırlıyorum da.. Yani oradaki erkeklerin tamamı, bildiğiniz yağız Anadolu delikanlısı gibiydiler. Sokakta görseniz, aklınızın kenarından bile geçmezdi eşcinsel olabilecekleri ihtimali.. Hatta kadınsanız kur yapmak dahi isteyebilirdiniz kendileriyle. Ama öyleydiler işte. Ve onlar da bize, özellikle medyada karikatürize edilen haliyle, sözüm ona komik ve eğlenceli eşcinsel tiplemesinden duydukları rahatsızlığı ifade etmişlerdi en çok.

Neyse.. Bu son tıbbi kısım biraz sıkıcı olduysa kusura bakmayın.
Konuyu daha anlaşılır kılabilmek için ilave etme ihtiyacı hissettim.

Lakin asıl soru en başta duruyor hala; eşcinselden sosyalist olur mu, devrimci olur mu?.. 

Ya da tee 1934'de yoldaş Stalin'e apaçık sorulduğu haliyle, "bir eşcinsel komünist parti üyeliğine layık olamaz mı sizce?"