23 Haziran 2020 Salı

haram lokma doktrini ve itfaiyecilik

Ateşin keşfinin insanoğlu için tarihsel anlamı ve yarattığı ivme çokça vurgulanır.

Aynı ateşin - nasıl yakılacağı ve kullanılacağı meselesi ise- belki de en büyük icattır.

Lakin tuhaflığa bakın ki;

Tam da bu hikayenin anti-kahramanı ile cebelleşiyoruz şu günlerde..

Kimden mi bahsediyorum?

Ateş söndürücüler desem, sanırım hemen anlaşılır.


Her ne kadar, assolist kıvamında endam eylediği sahnede kendinden önceki bütün sesleri bastırmakla mağrur şu son tip, altı tam artistik puanı hanesine yazdırmak suretiyle zirve yaptıysa da bir süreliğine, keşke tek derdimiz bu olsa diyecek kadar farklı ve amansız saldırıların muhatabıyız artık.

Hatırlanacaktır;

İlk olarak " o senin olsun, bu benim" seçmeceliğinde başlamıştı mesele ( Nevşin Mengü, Canan Kaftancıoğlu, Pınar Aydınlar, vesaire)

Ardından, karınızı kızınızı nasıl koruyacaksınız'a evrildi kısa bir süre içinde.

Ve nihayetinde "ateş söndürmece" !

Ne yapsan kurtulamıyorsun vesselam!

Bir yanda elinde kibritle cayır cayır yakacak yer arayanlar, öte yanda "bak burada hazır yanmakta olanı var" diye itfaiyeciliğe soyunanlar..

Hem yakmakla, hem söndürmekle kafayı yemiş, acayip acayip adamlar.

Ve bu kollektif kalemin mürekkebinden mütemadiyen damlayan; Sanki ocağın altını kasıtlı olarak açık bırakmışcasına insanların beynini patlama sınırına doğru yaklaşan düdüklü bir tencereye çevirme menzilinde dolanan o meşhur mesajlar..

Tabi bu noktada şu soruyu sormadan edemiyor insan;

Böylesi "kalem artıkları" sırf bizleri delirtmek için dolaşıma sokulan siyasal ve provokatif eylem formları mıdır, yoksa kişinin duygu ve zihin dünyasının yalın bir dışa vurumu mudur?

Aslında hangisi olursa olsun, sonuç değişmiyor.

Birisi, kişinin sahip olduğu total donanımın realitedeki en sadık yansıması ve belirişini ortaya koyarken, diğeri fantezi aleminde o kişi için en "somut" seçeneği teşkil ediyor.

Yani adama sonsuz bir serbesti ortamında yapabileceğin en kötücül, en lanet şey nedir, onu hayal et ve ona göre döşenip yaz diye buyuruyorlar, o da "sikmeyi" seçiyor. Diğeri ise bu bir fantezi meselesi değildir, ben gerçekten yaparım diyor.

Küçük Emrah'ın o çirkin anasını bile hap ve gazoz karışımıyla yarı komalık edip üstünde kemer çözmekten imtina etmeyen bu tipoloji, morgdaki taze mevtayı becermekten pek de farklı olmayan bu davranış modelini yeterince tatmin edici bulmamış olacak ki - hemen yukarda az buçuk açılışını yaptığımız şekliyle- yepyeni bir seviyeye ulaşmış durumda.

Hem de ne seviye..

Can Yücel ile  Dostoyevski bir olup gelse, ikisinin ruhuna birden rahmet okutacak bir mahiyette!

Can Yücel'e öykündüğü kısım: "başka türlü bir şey" istediği.. (başka türlü diyor işte.. ne koyuna benzer ne plastik bidona!)

Dostoyevski ise yeni bir "suç ve ceza" paradigması ile dahil oluyor konuya.

Kısa keselim;

Suç kesin, suçlu malum ( Şimdilik buraya takılmayalım)

Lakin cezaya gelince..

Kimse kusura kalmasın ama, önce seçmece, pay etmece, sonra sikmece ve sikilmece!

Eh yani..

Merkezi sinir sistemimizin evrimsel açıdan en ilkel kısmı olan beyin sapına dönüşe dair kusursuz bir örnek.

Hal böyle olunca, bizdeki bu şiddetli "sikicilik" ile, nefretin öznesi konumunda bulunan kişi ya da nesneyi "sikerek" cezalandırma dürtüsünün "genetik" veya "biyolojik" alt yapısı üzerine öyle fazlaca detaylı düşünme ihtiyacı da kendiliğinden ortadan kalkıyor haliyle..

Çünkü hali hazırda o en büyük nimetimiz olan beynimizin -adı üstünde- sap dediğimiz, yani en alt ve en dip kısmındayız zaten.

E dibin de dibi yok ki mübarek, daha derine inebilelim!

İnemiyoruz haliyle.

Ama yine de aralayabileceğimiz bir penceresi var bu karanlık mahzenin.

Nasıl mı?

Her türlü davranış modelinin mahiyetini, belirişini, gelişimini ve realite ile en sadık ilişkilerini sorgularken, tekil bireyin biyolojik ve subjektif psişik soyutlamasını "insanın özü" olarak kabul edip, bunu da tarihin ve gerçekte yaşanılan her şeyin temel düzenleyici ilkesi şeklinde ele alıp bütün kilitleri açan bir anahtar, ya da bütün çözümleri içinde barındıran bir buyruk gibi kullanan cevherci anlayışı bir kenara bırakarak..

Çok mu karmaşık oldu?

Efenim avam diliyle söyleyelim o zaman, "şu bir kaç kendini bilmez" safsatasından kurtularak!

Gerçekte yaşanılanı ve günceli, "kendini bilmek" gibi girdiği her kabın şeklini alabilecek mucizevi bir omurgasızlıkla açıklama dürtüsünü bize armağan eden tüm laf ebeliklerinden ve retorikten uzaklaşarak!

(Kendini bilse hiç yapar mıydı zaten?.. ama işte kendini bilmeyince.. falan filan)

Şimdii..

Aslında ben bu "saldırganlığın" derin ve kapsamlı ekonomi-politiğini gayet iyi anlıyorum anlamasına da..

Anlamadığım bir şey var naçizane, önce onu izah etmem lazım.

Yani şöyle bir bakıyorum;

Bu rezilliğe tepki veren sayısız demokratik kitle örgütünden yazar-çizer-sanatçı takımına, ya da bazı kanaat önderlerinden bir takım muhalif siyasi parti lider ve sözcülerine kadar, kim, nasıl ve hangi aklın ürünü olan bir analizle "cinsiyetçi söylem" etiketi yapıştırıyor böylesi bir fenomenin üzerine.. Bak işte ona bir türlü basmıyor kafam!

Neymiş?.

Cinsiyetçi söylemin her türlüsüne lanet olunsunmuş (!)

Ulan..

Ne cinsiyetçi söylemi?!

O kadar baktınız da bunu mu buldunuz bula bula?

Kafayı kırmamak elde değil..

Bakın efendiler;

Bir erkek bir kadınla tartışır, tartışırken sinirlenir, hatta bazen sinirlenmekle de kalmaz resmen kayış koparır.. Veyahut kadınla hiç tartışmamıştır bile, lakin kadının yaptığı iş, sahiplendiği değerler sistemi, vücut dili, takındığı tavır, tutum, zart, zurt.. artık her ne ise.. adamın tepesini attırır..! (ki bu atışların büyük bir kısmı objektif bir öngörüden ziyade psikolojik tabanlıdır) ..Ve saydırır!

Saydırırken de bizatihi o kadının cinsiyetini -veya cinsiyeti ile özdeşleştirdiği cinsel çağrışımlı ögeleri- hedef alır!

Bu öyle bir süreçtir ki, kategoriler, kavramlar, ya da kimi fiziki parametreler müthiş bir kaypaklık ve vıcık vıcık bir eklektizm eşliğinde hoyratça kullanılır.

Saç kütlesinin görece uzunluğundan "idrak problemleri", eklemlerin göreli esnekliğinden "analitik düşünce yetersizliği",  veyahut  "östrogen" temelli "şah-mat" hamleleri gibi abuzittin oğlu abuzittin salvolar peydahlanır.

Kadını bunlarla ve bu şekilde vurmaya odaklanır.

Ne bileyim işte.. Öncelikle "elinin hamuruyla karışmaması gereken" işler hatırlatılır..
Şiddet dozu arttıkça " aceba bazı ihtiyaçlarınızı yeterince gideremiyor oluşunuzun şeysi midir bu tavrınız?" şeklinde cümleler sıralanır..
Hatta o çok bilimsel akademik alemlerde bile "kadından ( yani her ay regli gibi bir derdi bulunan memeli bir canlıdan) cerrah olmaz!" sloganı koridorlarda yankılanır..
Ve şu an burada yazmaktan bile imtina edeceğimiz çok daha dramatik seviyelere sıçrayabilecek geniş bir skalada dalgalanıp durur bu mevzu.

Cinsiyetçi söylem ve saldırı budur!

Hal böyleyken, "Nevşin benim olsun, Pınar senin" seçmecesiyle başlayıp, "karınızı kızınızı bacınızı nasıl koruyacaksınız" ile devam eden ve nihayetinde "ateş söndürme" seanslarına evrilen bu sirkin cinsiyetçilikle ne alakası vardır, birisi bana açıklasın?!

İçinde kadın geçen - veya kadın hatlarını hedef alan- her arızalı cümle cinsiyetçi midir?

Bu nasıl analizdir!

Pöf..

Peki ben ne mi diyorum?

Şunu diyorum;

Tüm bu rezillik ve bir sırtlan cüretkarlığıyla karşımıza dikilen bu şey olsa olsa, tarihsel kökenleri binlerce yıl öncesine dayanmakla birlikte, bizim mahalledeki asıl meşruiyetini 6.-7. yüzyıl arap yarımadasının kabile savaşlarından alan ve sekmez bir biçimde "cariyelik" müessesine göz kırpan bir aklın flash-back'leri olabilir hepi topu!

Yani?

Mağlup ettiğin kişinin ( düşmanın) su kuyusu ve hurmalıkları kadar, karısı kızı bacısı da senindir ve ganimet listesinde yerini alır!

Sırıtan ve sisin pusun arasında göz kırpan zihin budur!

Nam-ı diğer: Kılıç hakkıdır!

Ganimet paylaşımıdır.

Paylaştın mı?

Döşe bir de şimdi "cinsel açlığı" zemine, payına düşecek bedenler üzerinde kah ateş yakar, kah ateş söndürür eleman, kime ne?! Oturup da fikrini soracak değil ya kılıç hakkı cariyesine?!

İşte bizi asıl irrite eden, etmesi gereken, her geçen gün kollektif bir aklın kılavuzluğunda kendisini klonlayıp ufku kaplayan ve ibretle şahit olduğumuz manzara budur.

Aynı paradigma içerisinde;

Nevşin Mengü, Canan Kaftancıoğlu ve Pınar Aydınlar'a yapılanlar, neo- mukaddesatçı cariye kategorisi ile uyumlu bir biçimde, bir kadını cebren "porno film setine" itelemekten başka bir anlamı olamayacak kadar sarih, ve kapsama alanı itibariyle sadece o insanı değil, bütün ailesini ve yakın çevresini ganimetten saymaya odaklanmış en az bin yıllık bir tehdit  eylemidir!

Karınızı kızınızı nasıl koruyacaksınız mevzusu ise, modern zamanların en keskin ve tartışmaya açılması dahi abesle iştigal etmek anlamına gelecek hukuki köşe taşlarından biri olan "suçun kişiye mahsusluğu" prensibinin "yeşil toplarla süslenmiş" bir zaman makinesine bindirilip yüzyıllar öncesine yolcu edilişinin dehşetengiz törenidir!

Yok ama yok..

Meğersem bunların hiçbiri değilmiş.

Ve bunca rezaletin biricik karanlığı "cinsiyetçi söylemde bulunma" densizliğiymiş!

Lan bi gidin be!

Doğru suali keşfetmekten bile aciz olanların en şiddetli protestosundan bize ne?

Sorsana oysa;

Hadi beni düşman ilan ettin ve cezalandırmak istedin (hatta diyelim ki öldürdün !) peki karımı kızımı bu suça nasıl dahil eyledin?

E hadi eyledin, ilgili suç gereği beni listene alıp canıma kastetmekle yetinirken, karımı kızımı niye mahiyetine alıp "sikmekle" tehdit ettin?

Daha da önemlisi, tüm bu infaz usullerini nasıl ve hangi akılla icat ettin?

Bakın "akıl" dedik..

Aslında bir dostumun da ifade ettiği gibi, şiddet ve saldırma dürtüsü "akıl" ile izah edilmez genellikle.

Bazen sadece gözlemci olmak bile yeterlidir.

Gözlemle şahit olunan durumun attırdığı şalter bir dizi akut biyo-kimyasal reaksiyonu tetikler ve saldırılır.

Hepi topu budur.

Varyasyonları çoğuldur.

Oğula saldır ( kaymakam olmuşsun ama adam olamamışsın diyen babanın o lanet olası tiradı!)

Kıza saldır.

Geline saldır.

Olmadı enişteye saldır.

Velhasıl kelam, kendin gibi olmayan herkese saldır.

Evet, buraya kadar pek de akıl ürünü değildir tüm bu şiddet fırtınası, lakin saldırının "şekline" döndüğümüz anda..! İllaki bir akıl girer devreye.

Çünkü hüküm keyfi olarak -hatta bazen sadece hiddet hali içinde dahi- verilebilir, lakin usül.. öyle ya da böyle akıl işidir.

Boğazını kesmeyelim, onun yerine kurşuna dizelim demek bile, bir tartı, mukayese, muhakeme ve makul sebepleri olan bir seçim süreci gerektirir.

Bu bakımdan, gerçekleştirilmesi planlanan saldırının belki varlığı değil, ama "BİÇİMİ" kaçınılmaz olarak aklın içsel oyunlarının (ya da bu aklın köken aldığı paradigmanın, etik'in veyahut tarihin) bir yansımasından ibarettir.

Bir mukayese teşkil edebilmesi amacıyla, aşağıdaki örnek hızlıca okunup geçilebilir.

Vakt-i zamanında, Radikal bir sol örgüt birini öldürmüştü. (Kendi terminolojisi ile cezalandırmıştı) Yanılmıyorsam Necdet Menzir'in İstanbul Emniyet Müdürlüğü zamanıydı. Öldürülen kişinin ailesi, yasadışı ve silahlı bir örgütten haklı olarak çekindikleri için, emniyetten diğer aile bireyleri adına (eş, çocuklar vs) koruma talebinde bulunduğunda, aynı Menzir şu cevabı vermişti: Bu örgütün öyle bir davranış modeli yok. Rahat olun, size zarar vermezler, korunmaya ihtiyacınız bulunmuyor.

Gelelim meselenin bir diğer boyutuna..

Peki bu rahatlık nereden çıkmakta?

Artık kusma noktasına doğru yaklaştığımız bu habis vahada, her allahın günü farklı birilerinin peydahlanıp nişangahına aldığı yeni bir nefret öznesine karşı, kah elinde kibrit "evini barkını sülalesini yakma" modunda, kah "yangın var!" deyip itfaiyeci kılığında, veyahut en olmadık köşelerde keşfettiği en garip ıslaklıklara karşı vidanjör ruhuyla alenen taarruza kalkabilmesi, dahası tüm bunları hiçbir çekince belirtisi sergilemeden ulu orta yapabiliyor oluşunu nasıl açıklayacağız?

Öyle ya, benzer minvalde birşeyleri yoldan geçen adama söylesen seni mermi manyağı yapması hiç de uzak bir ihtimal değilken, ilk bakışta anlamsız görünen bu acayip sırtlan cesareti nereden ve hangi hikmetle pörtlemektedir, vesaire..

Yine aynı bağlamda ilave bir alt başlık ise, günümüz genel ahlakının en gevşek, en geçirgen ve müsamahakâr tonlarıyla bile ciddi bir kontrast teşkil edecek kadar "aykırılık" taşıyan böylesi davranış modellerinin, uygun vasat bulduğunda ne denli kolaylıkla serpilip yaygınlaşabileceğine dair potansiyel sorunları..

İşte bu noktada, hafızam ister istemez 1937 Almanya'sına götürüyor beni.

Hitler'in dahi mimarı Albert Speer'in ( bu bir ironi değildir, adam gerçekten dâhidir) o yıl Nürnberg Zeppelinfield yerleşkesinde yüzden fazla Alman hava savunma projektörünü aynı anda kullanarak "parti günü" şerefine inşa ettiği ışıktan sütunlar ve ışık kubbesi altında ( orijinal adı Işık Katedrali'dir) alanı dolduran milyonlarca (evet milyonlarca) insanı "aslında dışarıda oldukları halde içerdelermiş hissine kavuşturmak" suretiyle yeniden ve bir kez daha fethettiği o geceye..





İşte orada önemli bir konuşması vardır Hitler'in.

Demiştir ki;

Devlet bizi iş başına getirmedi, bilakis biz bizzat kendi devletimizi inşa ettik!



Tanıdık geldi mi?

Eee.. Hal böyle olunca, en garibim CE-HE-PE !

Kolay değil tabi, sen bilmem kaç sene "hükümeti devlete şikayet etmek" gibi dünya tarihinde eşi benzeri bulunmaz bir siyaset eyle.. Gelsin birileri sonra, o devleti de alsın elinden!
Şimdi kimi kime şikayet edeceen?

:)

Üstelik, 1937'ye göre çok daha sofistike, çok daha teknolojik, her nabza şerbet verebilecek yepyeni ışıklı sütunlar eşliğinde.

Boşlukta salınan, yoklukta yol alan, ellenmez, koklanmaz, tutulmaz halojen parlak kolonlar, "içerdeymiş" hissi veriyor yine "dışardakilere"!

Daha ne beklenebilirdi ki..

Bir yanda haram lokma doktrini, öte yanda itfaiyeci.

Helalinden Meksika açmazı diye buna denir işte.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder