6 Haziran 2020 Cumartesi

En baba filozoflar ve Mizah meselesi


Das Kapital'i ilk elime aldığımda, sanırım 19 yaşındaydım.

Tamamını okumam üç veya dört yılımı aldı. Öyle ki, sonuna geldiğimde başını unutmuştum. 

Yıllar içinde fırsat buldukça, kah kısa süreli göz atmalar, kah orta vadeli kısmi kurcalamalarla, yeniden ve yeniden baktım. Tüm bu macera içinde aklımda en fazla kalan şey ise, kitabın özellikle ilk 60-70 sayfası boyunca bol bol patlattığım kahkahalardı.

Çünkü bu ak sakallı koca amcam, her ne kadar bugün ve yakın geçmiş dünya tarihinde son derece ciddi ve yanından dahi desturla geçilecek bir imajla yer etmiş olsa da, aslında içten içe, derinden derine, tam bir yaramaz, hınzır ve muzip bir adamdı.

Yıllar geçtikçe, Marks Kadar olmasa da, Engels ve Lenin'de de benzer mizahi temalara rastladım.




Nihayetinde öyle bir yere geldim ki, 19. yüzyıl sonu ile 20.yüzyıl başlarında kalem sallamış pek çok baba filozofun, ve hatta bu filozoflar üzerine reddiye ya da tasdik babında eserler kaleme almış kimi başka yazarların ( artık o dönemin avrupa'sının havasından suyundan mıdır bilemem) çoğu kez kendilerine ufuk tayin ettikleri asıl muharabe alanında taarruza kalkmışken, cephe gerisi ile bağlantılarını sağlayan birer ikmal yolunu andıran kimi seçkin cümleler ve paragrafları arasında, pundunu buldukları anda nasıl da mizahi mayınlar döşeyebildiklerine.. resmen hayran kaldım.

Şunu da eklemem lazım;

Ben ağırlıklı olarak 70'li yılların çevirileri ile uğraştım. 

Çoğu babamdan ve amcalarımdan kalan, 12 eylül sonrası yakılmaktan öyle ya da böyle kurtulmuş kitaplardı. Mesela hali hazırda elimdeki pek çok klasiğin, das Kapital'in, materyalizm ve ampriyokritisim'in, veya diğerlerinin basım tarihleri 1973 ve 1979 arası döneme ait. Şu an piyasada mevcut yeni basımları nasıldır, hiç elime alıp bakmadım, lakin 1980 ve öncesi çevirilere dair söyleyebileceğim bir şey varsa, o da bu eserlerin gerek sözcük seçimleri, gerekse yer yer kullanılan deyimler ve benzetmeler ile "kendiliğinden" bir gülümseme yarattığıdır.

Dumura uğramak, uğratmak..

İğdiş etmek, edilmek..

Mündemiç..

Velosite..

Galat olmak..

İlk aklıma gelenler bunlar mesela..

Aslında en kısa sürede bir kitapçıya girip, versene ordan bir das kapital diyerek kontrol etmek keyifli olabilir. Örneğin şu iğdiş etmek ve edilmek tercümesi hala yerli yerinde durmakta mıdır, bakmak lazım kanaatimce!

:)

Neyse, konuyu dağıtmayayım.

Son günlerde bişeyler yazasım vardı, notlarımı karıştırdım.

Ve biraz da tesadüf denecek bir biçimde, önce Wilhelm Weitling'le ilk tanışmamı anımsadım, ardından da bu yazıya konu olan diğer kahramanlar ve onların "mizahi" tezahürleriyle karşılaştım.

Ne oldu derseniz, şu oldu;

Bazen kahvemi yudumlarken, bazen de ufak tefek bir şeyler atıştırdığım bir anda, aksırıp tıksırmakla beni gülmeye zorlayan o dayanılmaz dürtü arasında kalarak, kahkaha ardına kahkahalar patlattım :)

Wilhelm Weitling..

Aslında, en eskiye dönüp bakacak olursam, bu şahıs ile gelecekte tanışmama vesile olacak olan hadise, 1988 yılı Konya'sında sidik kokulu bir işhanının bodrum katında, raf niyetine zemine serilmiş şantiye kalaslarının üzerine dizdiği kitapları satan bir yaşlı amca sayesinde başladı. 

Sene seksensekiz.. Yaş 15.. Evet, belki sadece 15, ama ben bir önceki yılın yaz tatilinde Nazım'a çoktan dalmıştım bi kere.. Hem de ne şekil.. Küçücük çocukları önce kendilerinden habersizce büyütüp, sonra parmaklarıyla uzaktan işaret ederek "bak büyümüş de küçülmüş" ponçikliğine  evirdikleri bir iklimde, yatılı okulun lacivert ceket, mavi gömlek, siyah kravat ve gri pantolondan müteşekkil takım elbisesi içinde.. Hatta kruvaze kesim bi pardüsem bile vardı üzerine!. Bu tiple ortalıkta dolanan 14-15 yaşlarında bir velet hayal eyle.. Ama Nazım da zehirli adamdı mübarek, zamk gibi yapışkan, kimyasal gibi sinsi, tutmuş şahdamarından seni, girmiş ciğerlerinin içine.. Yerinde duramıyor ki insan.. Zihninde parlayıp sönen onlarca ışık, onlarca gölge, bir yanda Benerci kendini neden öldürdü, öte yanda Taranta Babu ve şeyh Bedrettin Destanı.. Ve dilinde çakıltaşlarını birbirleriyle çarpıştırmaktan haz duyan bir ses kromatiği, "sıcaktı, sıcak.. sapı kanlı demiri kör bir bıçaktı sıcak.!" ve dahi "beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp!" dizeleri... Üstelik o yıl grup yorum ile de tanışmışsın. Büyük aşklar yolculuklarda başlar, tamam orasını anladık da Venzeremos da nedir filan? Açsın yani, şeker lazım, başka neler var diye yardırıp duruyorsun.

İşte böyle bir halet-i ruhiye ile indim o sidik kokulu pasajın alt katına.

Bi yarım saat kadar kaldım sanırım. Çıkarken elimde iki kitap vardı. Birisi "darağacında üç fidan", diğeri de "bir yerel yönetim deneyimi (fatsa)" idi sanırım. Deniz, Yusuf', Hüseyin ve Fikri Sönmez üzerine ilk okuduğum kitaplar bunlardı.

Ve bu ikincisi, (fatsa kitabı) benim Wilhelm Weitlling ile 6-7 yıl sonra tanışmama vesile oldu.

Neden mi?

Çünkü her ikisi de (Fikri Sönmez ve Wilhelm Weitling) terziydi de ondan.


Terzi Fikri tabirini bolca kullanırken -üniversitenin ikinci veya üçüncü sınıfıydı sanırım-  biraz da kişisel ve masum bir merakla takılıvermişti aklıma.. Dünya tarihinde bir başka terzi var mıydı acaba, en azından kendi yaşam alanı ve zamanında, ya da sınırlı coğrafyasında bizim "terzi" kadar heyecan uyandırmış olan, veya anılmaya değer olabilecek filan..?

O zamanlar yaş 20-21 daha.
Şimdiki gibi Internet filan da yok.
Halk kütüphanesi desen, hem tehlikeli hem boş.
Ve ama inatla, ona sor-buna sor kıvamında dolanırken.. Bulmuştum bir tane, varmış gerçekten; Willhelm Weitling!

Üstelik, beni bu adamdan ilk haberdar eden kişi olan Çağrı abimiz (lakabı, herşeyi bilen Çağrı idi) adamın sadece adına değil, kitaplarına filan da vakıftı. Zaten kendisi (Çağrı Abi) Türkçeye henüz çevrilmemiş pek çok eseri bulmak, onları özellikle almanca asıllarından okumak ve özetleri bizlerle paylaşmak gibi lütuflarda bulunan müthiş bir adamdı.

Neyse sadede gelelim, kimdi bu terzi Weittling?

Özetlemek gerekirse; 1800'lerin Almanya, İngiltere ve Fransa'sında, zamanına göre oldukça radikal eserler kaleme alan, o güne kadar kimsenin duymadığı (belki duymaya dahi cesaret edemeyeceği)  ama bir kez duyduktan sonra dönemin sayısız filozofonu (ki buna genç Marks ve Engels de dahildir) doktora gidip kulaklarını muayeneye ettirme ihtiyacına sokacak kadar zorlamış, yepyeni bir ahlak ve devrimci şiddet temalarını belki de tarihte ilk kez sosyalist bir tez ve doktrin haline getirmekle meşgul bir terzi kalfasıydı !.

Marks amca bile -hayretini gizlemeden-şöyle demişti kendisi için 1844'de; 

"Weitling'in dahice yazılarına bakıyorum.. O'nun (Weitling'in) "Uyumun ve Özgürlüğün Garantileri" adlı eserini terazinin kefesine koyduğumuzda, günümüz filozofları ve kalem efendileri de dahil olmak üzere Alman burjuvazisinin temsilcileri bu eserle kıyaslanabilecek çapta bir eser ortaya koyabilirler mi? Hiç sanmıyorum. Geleneksel Alman siyasi literatürünün cansıkıcı süklüm püklüm sıradanlığı ve burjuvazinin yıpranmış siyasal pabuçlarının cüceliği ile bu parlak ve eşsiz eser karşılaştırılacak olursa, bu proleter kül kedisinin gelecekte bir pehlivanın gövdesine bürüneceği kehaneti ileri sürülebilir"

Hah.. şu dile bir bakar mısınız allah aşkına ! Ve hükmü ilan eden cümlenin hem renkli ve karmaşık, hem de espriyle karışık allengirli yapısına :)

Marks'ın bu ince ve yetenekli dili eşliğinde böyle bir takdirle karşılanmak, şüphesiz bir peri masalına konu olmak kadar heyecan verici olmalıydı Weitling için.

Lakin bu Peri Masalı pek de uzun sürmedi.

Çünkü bu parıltılı takdirnamenin ardından, ve yine aynı Marks amca tarafından sürekli kırık not verilen, ve hatta takip eden bir kaç yıl içinde düpedüz sınıfta bırakılan da kendisi oldu malesef.

Bu upuzun bir meseledir aslında.

İlerlemeci tarih bilimi ile politika yapmanın özgünlüğü arasında kalındığında, belirleyici olan kıstas nedir, ne değildir, tarih denilen şey bizatihi politakının ve ajitatif propagandanın da mihenk taşı mı olmalıdır, eğer olmazsa herşey hava civa mıdır..sonuçları günümüze kadar uzanan -hatta arada kaynayıp gitmiş- bi acayip meseledir. Her ne kadar Weitling ismi bugün "ütopik sosyalistler" arasında anılsa da (ki bendeniz bu konuda biraz farklı düşünürüm naçizane) biz şu "mizah" meselesine dönelim yine..

Yani, tekrardan Paris'e..

1830'ların ve 40'ların, herbiri höpürdeyen bir gayzeri andıran sayısız felsefe kulübü, muhalif derneği, ya da sosyalist yeraltı şarap mahzeni örgütlenmeleri ile mağrur, sokaklarında kah legal kah illegal adımlarla fink atan onlarca aykırı filozofla dolu metropole..

Öyle böyle değil ama.. Zamanın Prusya büyükelçisinin merkeze yolladığı rapordan da izlenebileceği üzere; "geldiklerinde tümüyle apolitik olan alman göçmenlerin, sadece bir kaç ay içerisinde tehlikeli derecede politikleştikleri" o girdaplı kente ve varoşlarına..

Ve çoğu kez yasadışı olan pek çok yapı ve organizasyona..

Bazılarının ismi şöyle;

Horlananlar Kulubü
Aileler Cemiyeti
Haklılar Birliği
Mevsimler Derneği

:)

Yani bakmayın böyle insanı gülümseten, biraz da muzip isimlendirmelere.. Genç Marks ve Engels'inden tut da, Feuerbach'ına,  Blanqui'sine, Schapper'lere, Barbes'ine ve  genç Hegel'ci bilmem kimlere kadar, o tarihlerde ne babalar gelip geçmemiş ki bu tabelelar altından.

Ayrıca, sadece laf da yapmamışlar ha!
Mevsimler derneği denen dandirik isimli şey mesela, 1839 'da beşyüzden fazla silahlı adamla hükümet konağını basmak cüretini göstererek ayaklanan, ve elbette kanla bastırılan Paris isyanının birinci elden sahibi ve örgütleyicisi konumunda..

Mevsimler Derneği.. Horlananlar Birliği..

E ister istemez düşünüyor tabi insan, madem illegalsin, yani yeraltındasın zaten , bari ismin biraz afilli olsa??  Yok.. neyse o işte, böyle karar kılmışlar.

Şimdilerde böyle mi oysa? 

Hali hazırda ve yakın geçmişte kulaklarımızın aşina olduğu illegal örgütlenmelere bir bakalım;

En ufağı devrimci halk kurtuluş cephesi ve ihtilalci komünistler birliğinden başlayıp (daha aşağısı kurtarmaz:) işçi köylü kurtuluş ordusu ve silahlı devrimci propaganda müfrezeleri'ne kadar uzanan envayi formda, süper erkeksi ve cafcaflı isimler veriliyor artık benzer isyanlar tertip etmekle meşgul muadil yapılara. 

Ki bu bile, Weitling'in tarihin herhangi bir zamanında ve mekanında isyana her daim hazır bulunan uslanmaz asi ruhunun bir mirası olabilir aslında.. da.. neyse konuya dönelim biz yine.

Bu kez 2-3 yıl sonra.. Sanırım 1846 veya 47..

Weitling, araya hatırlı bir dostu da koyarak, Marks ile yüzyüze görüşme fırsatı buluyor nihayetinde.
Mekan, muhtemelen bir yazıhane ya da şarap mahzeni.
Bu üçlünün dışında bir kaç filozof ve bir Rus  kalemşör de var görüşmede.

İşte o görüşme, Marks'ın yumruğunu masaya bir balyoz gibi indirmesi ve şişeyle kadehleri tuzla buz etmesiyle sonuçlanan son sahnesiyle birlikte, Weitling'i camı penceresi indirilmiş bir haleti ruhiye içerisinde, ve aslında tam bir şövalye ruhuyla geldiği o mekandan "terzisin sen terzi kal" denilerek gerisin geri gönderilişinin hikayesine dönüşüyor maalesef.




Görüşmeyi aktaranların yazdıklarına göre, Marks önce taşak geçiyor Weitling ile. Çünkü genç Marks'a göre Weitling, tarihsel ilerleyicilik bilincinden yoksun, burjuvazinin tarih sahnesine çıkıyor oluşunun anlamını ve bunun gelecekti sonuçlarını okumaktan aciz birisi.. İşi gücü, insanlara sağlam temelli bir proje sunmaksızın, onları sadece kır türküleri ve ajitasyon eşliğinde isyanlara teşvik etmek ve boş yere kırdırmak vesaire.. hani Yaşar Kemal'e göz kırparak bir benzetmek yapmak gerekirse, "ulan Weitling, daha pamuk ovası nedir bilmezsin, oradaki ekonomi-politiği görmezsin, tutturmuşsun bi Abdi Ağa bi İnce Memed, ırgatları kışkırtıp kışkırtıp jandarmaya jop ettirmektesin!" diyor onun için..

Hatta bu muziplik içerisinde şöyle devam ediyor;

" Cehalet şimdiye kadar, asla kimseye fayda sağlamamıştır bay Weitling! Bilhassa Almanya gibi somut bir teori ve bilimsel fikirler eşliğinde düşünmeye alışık gelişmiş bir ülkede, işçilere sizin gibi yönelmek, bir tarafta ateşli bir havarinin, diğer tarafta ise onu ağzı açık bir şekilde dinleyen eşeklerin saf tuttuğu, içi boş, anlamsız bir oyuna dönüşür!"

Wouvvv!..

Buradaki mizah için hayranlığımı ivedilikle ifade etmeliyim:)

Ama asıl bomba henüz yolda.. Çünkü genç Marks bu tiradı attıktan hemen sonra, o an yanlarında bulunan Rus yazarı işaret ederek, ve belki de kendi kendini gerçekleştirecek bir kehanette bulunduğunun farkında bile olmayarak, şöyle sürdürür sözlerini;

"Bakınız aramızda bir Rus var. Belki onun ülkesinde bay Weitling, belki onun ülkesinde sizin bir yeriniz olabilir. Çünkü gerçekten ve sadece orada, uçuk kaçık ateşli havariler ve eşek müritlerden müteşekkül başarılı birlikler kurulabilir!"

:)))

ARA NOT:
Bu yazıyı aslında bir hafta kadar önce yazdım. Lakin araya giren bir elektirk kesintisi nedeniyle, henüz kaydetmemişken kaybettim. Bir hafta boyunca -tahmin edilebileceği üzere- sinirden kudurdum. Üzerine bir hayli buzlu su içtim. Nihayetinde, dünden beri biraz sakinleştim ve kaybettiğim şeyi belleğimde kalanlar eşliğinde birleştirip yeniden yazmak için harekete geçtim.
Lakin yavaş yavaş yorulduğumu hissediyorum yine.. Bellek kırıntılarını takip etmek zor..Onun için doğaçlama gideceğim bundan sonra;

İlkin, ben Marks'ın Weitling'e gereğinden fazla haksızlık ettiği ve itibarsızlaştırdığı kanatindeyim.

Hatta ve hatta, bilim ve felsefe denilen şey eğitimli burjuvaların işidir, senin gibi bir terzi kalfalarının çapını aşar babında bir yüklenme de var kanaatimce.

Evet, Weitling "tarihsel materyalizm"i çok da önemsemiyordu, burjuvazinin ufukta belirişinin ve tarihi misyonunun ne olduğu ile ilgili olarak da pek kafa patlatmıyordu belki. Bilakis, ona göre devrim, tarihin her aşamasında mümkündü, çünkü asıl problem her zaman ezen ve ezilenler arasındaydı. Ayrıca, feodallere karşı burjuvazinin desteklenmesi fikri, son bir kaç on yıl boyunca kendisi için savaşan köylüleri fütursuzca ve defaten katletmekten geri durmamış katil bir burjuvaziye tanıklık etmiş Weitling'e göre, son derece yanlıştı. Daha bitmedi.. Bir de aydınlamacılar vardı.. Gelecek olan bir devrimin, halkı sadece ve sadece daha fazla aydınlatmak suretiyle mümkün olabileceği tezi ile meşgul Schapper ve benzeri aydınlanmacı filozoflar ise, yaşanmakta olan acılara zerre aldırmadan boşluğa konuşan ve haklılığını kendi avazının yankısında arayan güzel sesli faydasız kuşlar familyasından ibaretti (cümledeki mizaha yeniden dikkat :) Devrim, sadece kitlelerin aydınlanması/ aydınlatılması ile mümkün olabilir miydi ? Kendi ifadesiyle, "bugün bu masanın etrafında toplanmış bulunan sayısız filozof ve bizler bile kendi aramızda henüz tam bir uzlaşmaya varamamışken, gelecekte bunun hem de geniş halk kitleleri nezdinde kabul göreceğinin bir garantisi var mıdır? Kanaatimce bu, hiç gelmeyecek bir bekleyişe dönüşecektir"

E tabi, nihayetinde Marks amcanın sinirlerini fazlasıyla gerdi..

Anlatıcılara göre, genç Marks başlangıçta sadece taşak geçmekle yetinmeye razı idi. Lakin bir süre sonra masaya yumruğunu indirmek zorunda kaldı. Çünkü bu söyleyişiyi böyle bir hiddet gösterisi ile sonladırmasa, Weittling sonsuz kadar konuşabilirdi :)

Garibim Weitling'in adı da, -işçilerin değil- zanaatkarların delikanlı ütopik devrimcisi olarak kaldı.

Oysa aynı Weitling, özellikle 20.yüzyılda birbiri ardınca yaşanacak sayısız devrim ve devrimci mücadelenin dilinde pelesenk olacak sayısız fısıldayışın da sahibiydi.

Mesela, günümüz sosyalist hareket jargonlarınca sık sık seslendirilen "kamulaştırma" fikrinin ilk mucidiydi.

Valla.. Parayla savaşmak için para lazım, bunun için de soygun lazım diyen ilk kişiydi. Zamanının o pek bir görgülü ve erdemli burjuva filozofları ise, ilk defa karşılaştıkları bu "garip" söylem karşısında eğitimsiz bir terzi kalfasının utanmazlıklarla dolu hırsızlık hayallerinden başka bir şey görmemekteydi !. Soygun mu? Hırsızlığı yüceltmek mii? E yuh artık yani !!

:)

Yine, eğer dünya çapında bir devrim gerçekleştirilemezse, herhangi bir ülkede sınırlı kalacak sosyalist bir devrimin mutlak yenilgiyle sonuçlanacağına dair, fazlasıyla berrak önermelerin sahibiydi. ( Barış içinde gelişme teorisine, nerdeyse bir asır öncesinden şerh düşmüştü yani) Üstelik bu yenilginin olası sebeplerini bile formülize etmişti. Her geçen gün artacak olan savunma ihtiyaçları, en az kapitalistlerinki kadar güçlü bir ordu kurma zorunluluğu ve teknoloji rekabeti içerisinde, sosyalist refahın büyük bir kısmının bu işlere harcanacağı, ve bunun doğal bir sonucu olarak da hem halkın ihtiyaçlarının ve adil paylaşımın tırpanlanacağı, hem de günden güne artacak hoşnutsuzluğa karşı bürokratik kastlar oluşturulacağından filan bahsediyordu misal..

Bir kaç husus daha vardı, örneğin devrim sonrası sıkı bir diktatörlüğün gerekliliği meselesi. Evet, proletarya diktatörlüğünün belki biraz ham, ama nihayetinde ilk ve kararlı sözcüsü, yanılmıyorsam Marks'tan bile önce, Weitling'ti :)

Uzun lafın kısası, Weitling hiçbir zaman sadece ve sadece ajitatif propaganda ile kitleleri -ya da önüne çıkan herkesi- devrime ve isyana davet eden histerik bir havari değildi bence. İlave pek çok argümanı da vardı.

O nedenle, bendeniz Weitling için "ütopik" denilmesini pek de hazmedemem naçizane.
Onu, Marks ile Lenin ! arasında - Marks'ın teoriğine daha uzak, lakin Lenin'in pratiğine daha yakın- ve şahsına münhasır bir yere konumlandırmak daha iyi olur kanaatimce.

Neyse :)

Biz gelelim yine mevzunun özüne, yani felsefenin ağdalı dili içerisinde yeşeren mizah ve espriye.

Engels'ten başlayıp devam eden ve diğer 19. ve 20.yüzyıl düşünürlerinden de derlenmiş kimi örnekleri paylaşarak sonlandırıyorum yazıyı.

"Politikanın bilim sınavına tabi tutulması onun özgünlüğüne gölge düşürebilir. Yine de, tarihsel ilerlemeci bakış açısından yoksun olan Weitling'in yolu, ne kadar şövalye ruhlu olursa olsun, tarihin "keçi yolu" dur"

"Horlananlar Birliği yeniden bölündü.. Artık oradan bir kıvılcım beklemek hayal olur.. Çünkü geride sadece, Jacobu Venedey'in birer uyku tulumu olan adamları kaldı"

"Köy filozofu Ludwig Freubach, kuş uçmaz kervan geçmez köyünde ineklere ve domuzlara bakarak ateist nutuklar dizmekle meşgulken, Weitling bir gümrük kapısından diğerine onlarca derebeyliğe bölünmüş zavallı Almanya'nın en dinamik şehirlerinde, işçi ve zanaatkarları gür ve ateşli sesiyle isyana davet eden bir şövalye gibi gezmekteydi"

"Schapper, bütün Hegelciler gibi düşünsel olarak belki devrimci, fakat bu devrimci fikirlerin hayata geçirilmesi söz konusu olduğunda kendi cesaretinden korkan, ve sözüm ona en aydınlatmacı ve ikna edici atomlarla inşa ettiği kabuğuna derhal sığınmak suretiyle çıktığı salyangoz yuvasına geri dönmekte bir an bile tereddüt etmeyen birydi"

Yani.. Daha böyle sayısız örnek var:)
Bence tek kelimeyle harikalar.
Yine de favorimin, Marks'ın ateşli havarisiyle onu ağzı açık dinleyen eşekler topluluğu olduğunu söylemem lazım! 

Ha bir de, böyle ateşli havariler ile ağzı açık bir şekilde onu dinleyen eşekler topluluğundan müteşekkil yapıların, gerçekten ve sadece Rusya'da iş yapabileceğine dair müthiş tezi:))



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder