14 Haziran 2020 Pazar

Nazım, Yorum ve Çocuk

Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Jokond ile Si-ya-u, Şeyh Bedreddin Destanı ve Taranta Babu'ya Mektuplar serisini ilk okuyuşumu dün gibi hatırlarım.

Yaz tatiliydi ve 14 yaşındaydım.

Bunları bitirince üstüne bir de VA-NU'dan "Bu Dünyadan Nazım Geçti"yi patlattım.


Eh işte, oldukça erken sayılacak bir yaşta tüm bunları yapabildim, çünkü evde vardılar, hemen başucumdaydılar, kitaplığın rafı kadar yakındılar.

Oradaydılar, çünkü babam kendisi için okumaya değer bulmuş ve almıştı onları bir vakit.

E madem babam okumaya değer bulup almıştı, ben niye almayacaktım?

Raftan aldım ve okudum.

Bununla beraber, Peder bey'in kısa süreli tereddütünü anımsıyorum.

Kitabı elimde görünce şöyle bi bakıp, istersen önce Ağrı Dağı Efsanesi veya İnce Memed'le başla diye eklemişti sanırım.

Lakin ben yine de Benerci'de karar kıldım.


Temmuz sonu, ağustos başı filandı.

Henüz sapı kanlı demiri kör bir bıçak kadar değildi belki, ama yine de sıcaktı.

Sivrisinekler de vardı.

Klima yoktu.

Gündüz vakti nem oranı, hareket halindeki bir insanın yüzüne ve  kollarına havanın kese atarcasına sürtünmesini hissetirecek kadar ağırdı.

Koltukta oturan mayışır, uyuya kalan sırılsıklam uyanırdı.

Onun için;

Gece okumaları en iyisi olacaktı.

İşte bu sayede, "yıldızlara bak delikanlım" dizelerini hakikaten yıldızlara bakarak okuma fırsatı yakaladım.

Şimdi düşünüyorum da;

Gerçekten Nazım'ı barındıran bir ev kütüphanesi miydi şansım, ya da ne bileyim işte.. mesela Necip Fazıl'ın "Bir Adam Yaratmak"  veya "Doğru Yolun Sapık Kolları"nı koysalardı önüme aynı tarihlerde, yine de bu denli sarar mıydım?

Hmm..


Yani Marksist bir tarihçiye göz kırparak; Morgdaki cesedin üzerindeki izlere bakmak suretiyle onun yaşarken nasıl birisi olduğunu anlamaya çalışmak her zaman farazi kaçacak olsa da bazı bazı!..

Eh işte belki ucundan azıcık, veyahut biraz.

Peki bir çocuğa koca bir kitabı satır satır yazdırır mıydı bu "biraz"?

Bak onu hiç sanmıyorum:)

(Sonraları "Reis Bey"i okumuştum zaten, pöff deyip atmıştım.)

Halbuki ben o yaz, her gece el ayak çekilince kah balkonda kah mutfakta, önce birini, sonra diğerini ve berikini derken, Benerci-Taranta-Jokond-Bedreddin kare asının tekmilini birden, mısra mısra, baştan sona, özene bezene, ve kendi el yazımla geçirmiştim deftere.

Sebebi basitti;

Çünkü babam kitabın kendisini almama izin vermemişti.

Nasıl verseydi ki?

O çok sevgili oğlu, Nazım'ın "na"sını duysa şalterleri atacak ve sırf bu yüzden kıvılcımlar saçacak adamlarla dolu bir okulun talebesiydi. Üstelik kilometrelerce ötede, gözden ırak ve "yatılı"!

Kuvvetle muhtemel ki, "olası" tersliklerden korumak istemişti çocuğunu.

E doğruya doğru, tehlikeli olabilirdi kitaplar.

Lakin benim de hiç niyetim yoktu vesselam;

Ne "tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu davarları, ince belli aslan yeleli atlarıyla" bizim toprakları, ne "mavi nehirde akan hasır yelkenli kayıklarla Şang-hay'dan yola çıkıp Paris'te bir müze bekçisinden çaldığı tabancayı muşamba göğsüne boşaltan Jokond ve Si-Ya-u"suyla Çin diyarını, ne de yıldızlara bakarken eli cebinde Heraklites'i mırıldanan o delikanlıyı ve bir Afrika köyünde "kara bir taşa damlayan çırılçıplak su sesi" eşliğinde "istediği yemişin rengini, etini, adını düşünmeyi" öylece geride bırakmayı..!

Coğrafya çooook! genişti.
Vadi çok derin.
Ve kenarına kadar vardığım uçurumun kışkırtıcı tekmiliyle aşağılara fırlamış bakışlarım, çoktan kestirmişti gözüne, rüzgarla şişmiş kanatlarını her saniye daha bir şevkle çırpan kuşun keşf-i alem tutkusunu!..

Gece güzeldi.
Yazdım deftere tükenmez kalemle, doldurdum hepsini bavulun içine.
Ve yaz tatili bitip mektebe döndüğümde;
Etüd saatlerinde kimsenin dikkatini çekmeden çevirebiliyordum artık, dünyanın dört bir yanına dört nala koşturmakta olan sayfaları sessizce.

Oh be dedim, oh bee!:)
Bitmedi tabi..
Tahir olmak da ayıp değil zühre olmak da geldi sonra..
Çok revaçtaydı ergensi yıllarda.
Ah Fidan, sevgili Fidan, ah..
Babası İtalya'da diplomatlık yapmış o enteresan kız.
İlk flörtümdü kendisi.
Ve garip bir biçimde, benim onu beğenmemden önce o beni beğenmiş, amma-velakin haber göndertmişti racon gereği.
Önce erkek teklif edecekti!
Aslına bakarsanız, ben o güne kadar Fidan'ı farketmemiştim bile.
Lakin haber gelince;
Derhal sevdim kendisini.
Sevince farkettim.
Ve madem ki artık farketmiştim; Tahir ile Zühre'yi de kendisine atfettim!

:)

Sonra Angina Pectoris çıktı karşıma..
Onu da bir sevk günü, sağlık ocağı doktoruna sordum usulca.
Şöyle bir durdu, senin ne işin olur ki dedi, anjina pectorisle filan?
Dayanamadım söyledim,
Nazım Hikmet'in şiirinde geçiyor dedim!
Hatta gazeteden kesip yanımda getirdiğim 5 x10 cm.lik kağıt parçasını cebimden çıkarıp kendisine uzattım.
Güldü,
Uzun boylu, bal rengi saçlı, güzel bir kadındı.
Önce benim anlayabileceğim şekilde bir kaç cümleyle anlattı, sonra gülümseyen gözlerle "kimleri de okurmuşşun sen bakiiim" diyerek yanağımdan makas aldı.
İşte o an;
Sanki Fidan'ın pabucu karşı dama atılır gibi olmuştu kiii...çok şükür kısa sürdü muayene faslı!
Ohooo!
Çıktım sağlık ocağından dışarıya, yine tahir, yine zühre, yine fidan, yine elma:)

Aynı yıl Grup Yorum'la tanıştım.

21:00- 22:00 etüdünde Nazım, yatakhaneye geçince Yorum..

Valla iyi bi ikili oldular aslında,
Her akşam ve her gece, birbirini beslediler karşılıklı.

Nazım'ın şiiri göz alıcı nakışların keskinleştirdiği bir matematik, Yorum'un "sesi" ise bütün yırtık-pırtık ve melankolik tınıları çarmıha geren cüretkar bir armonik çiviydi benim için.

Keyifli zamanlardı başlangıçta..

Hele ki ışıklar sönünce sekizer ranzalık koğuşta, mevzi alır gibi yanaşıp duvara komşu köşesine yatağın, dandik bir walkman ve her an bitmesinden endişe edilen pillerin parasızlığıyla.

Sahi, o piller ki, şimdiki internet veya elektirik kesintileri gibi "patta-danak" susmazdı birdenbire.
Zayıflardı önce..
Yetmezdi gücü kasetin göbeğini çevirmeye.
Uzayan notalar, uzadıkça baslaşıp pesleşen partisyonlar..
Bir korku filminden kopup gelen avazıyla kötü bir karaktere evrilen bütün solalar!
Katlanılmaz bir hal alırdı herşey.
Ama parasız yatılı okuyanda ne gezerdi para :)
Zayıflamış pil tedavisi üzerine uzmanlaşmalar..
Bir kaç kez vur yere, fırlat taş gibi zeminin üzerine!
Çok da değil ama, orta kıvam.
Çarpışmanın etkisiyle yamulup walkman yuvasına girmeyecek kadar deforme olmamalıydılar.

Neyse..

Bir şarkı içine serpiştirlmiş helikopter sesiyle ilk kez orada karşılaştım.

Ve o güne değin alışık olduğumuzun aksine;

Sanki sevgilisinden kırbaç yemiş gibi kasvetli, kah çatlak vazo kah kalkık kuyruk makamında bütün o kırgınlık abidesi melankolik namelerin uzağında.. hem de çook uzağında.. gümbür gümbür akıp gelen, ağlaşmayan, sızlanmayan, hatta belki antik bir yunan tanrısını çağrıştıran kenetli kol duruşuyla göklerden iner gibi savurup meydan okuyan erkek sesleriyle tanıştım sayelerinde.



Böyle geçti gitti bir kaç yıl.
Yorum her sene yeni bir kaset çıkarıyor, ve ben hep yeni şiirlerini arıyordum Nazım'ın.

Taranta Babu'yu, Jokond ve Si-Ya-u'yu, Benerci'yi ve Şeyh Bedreddin'i kaç kere okudum bu dönemde, gerçekten hatırlamıyorum.

Bazen defteri rastgele açıp bakardım.
Hangi sayfa düşse kısmetime, ateşli fokurdamasıyla dimdik, dosdoğru bir ses gelirdi ordan.
Tak diye inerdi yeryüzüne.

Bazen "sarı asyanın al kanıyla boyanmış nemrut ingilizin lisanıyla savrulan naralar", bazen "yavrularını vurdukları anu kurdun sütüyle karınlarını bir güzel doyurup Roma'yı kurmak için yola koyulanlar", ve bazen de "ne alınlarında defne, ne bacaklarında donları olduğu halde bir gece vakti dağ başına atılmış ikizleri Silvia'nın"..

Hepsi her an, ve hepsi "birdenbire", ve sanki "gökten yağar, kayalardan dökülür, yerden biter gibi" şaha kalkıp sıçrayabilirdi sayfaların dışına!

Ama ben hep saklardım.
Elliye elli metal bir kutudan ibaret olup "Kitap Dolabı" namıyla anılan o nesnenin en dibine tıkmadan o defteri, ve takıp kitlemeden üstüne asma kilidi, dönülmezdi yatakhaneye "güvenlik" gereği.

Lakin Yorum'un durumu farklıydı..
Hadi Jokond'u ve Babu'yu, Benerci ve Bedreddin'le birlikte deftere saklamıştım,
Peki ya Efkan'ın, Hilmi'nin ya da İlkay'ın sesini nereye saklayacaktım?

Zor işti yani..
Dakka başı belletmen, dakka başı ses, dakka başı ışık kontrolü.
Nasıl bir cizvit kafasıysa artık;
Bırakın Yorum'u Morum'u, walkmanin kendi yasaktı YAHU!:)

Saklayamadık tabi..

Bazıları yakalandı.

Müdür yardımcısı üşenmedi, o gece walkman ile yakaladığı 13-14 yaşındaki çocuklar için polis çağırdı.

İki arkadaşımızı terörle mücadele geldi aldı.

Ve o belletmen, sinirden eli kolu ağzı burnu seyirirken bazı bazı, "Siz ne denleyyoonuz uleayn böüyle!!!" diye hönkürmek suretiyle alev aldı patladı. Abartmıyorum; o keltoş kafalı nöbetçi müdür, üç katlı yatakhaneyi gırtlağından çıkan sesle tek başına zangırdattı.

Dolaplarında kasetle yakalanan çocuklardan ikisi siyasi şubeye alındı.
Kafası duvarlara vuruldu.
Anası - babası İskenderun'dan çağrıldı.

Ama bitmedi..

Ertesi gün sabahın körü, polis bütün yatakhaneyi bastı.
Ben panik içinde üç metre yüksekten, pencereden atladım.
Bileğim burkuldu ama durmadım.
Yatağımın altında sakladığım kasetleri torbaya doldurup, okul bahçesinde bir köşeye gömdüm.
Taranta Babu, Benerci, Jakond ve Bedreddin'i sakladığım defterleri ise yaktım.

Şundan 7-8 yıl önce babama yardım etmiştim kitap yakarken.
Bu kez kendi işimi kendim gördüm.
Şaka bi yana, korkudan altıma sıçacaktım:)

O finlandiyalı  kız ise, -mektup arkadaşım- anlatıp duruyordu hala;
Ne sevimli şeydi köpeği, zorlu kayak talimleri, soğuktu ülkesi, çok seviyordu güneşi..

İs kokuyordum ben.
Tırnağım kalkmıştı.
Burnumun ucuysa siyahtı:)



Son olarak, 1987 ve 1991 yılları arasındaki Grup Yorum "ses"leriyle bir aranjman hazırladım.
Evde mini bir müzik programı var.
Biraz vakit aldı ama başardım.
Keyifle dinleyenler olacaktır.
Eee, herkesin hatrı kendi çocukluğuna :)




edit: 26.06.2020
Videoyu biraz daha genişlettim. 







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder