10 Haziran 2020 Çarşamba

coğrafya

İkinci dünya savaşı üzerine (bizim jargonla ikinci paylaşım savaşı üzerine) sayısız kitap okumuşumdur.

Tam sayısını bilemem, lakin yüze yakın eser geçmiştir elimin altından.

Bu savaşın askeri dahileri, şüphesiz alman generalleri idi.

En başta Heinz Guderian ( zırhlı birliklerin babası), ondan önce Von Seckt ( aslında işin teorisyeni), Erwin Rommel, Manteuffel, Sepp Dietrich ve diğerleri..

Bu isimleri anmamın nedeni, son zamanlarda gündemde bolca yankılanan "coğrafya kaderdir" sözü ile manevi kardeşlik edercesine, onların da anılarında en çok buna vurgu yapmış olmaları.

Harp sahası deyince orada bir dur; herşeyden önce coğrafya!

Bir askerin coğrafyaya bakışının yalnızca taşla toprakla, dereyle tepeyle sınırlı olacağı yanılgısına kapılmayın.

Mesela Heinz Guderian, savaş sonrasında özellikle sovyet (doğu) cephesiyle ilgili olarak kaleme aldığı anılarında "coğrafya"nın belirleyiciliğine vurgu yaparken, bir asker gözüyle önündeki nehirin köprü başı tutmasını nasıl da zorlaştırdığından, ya da uçsuz bucaksız rus stepleri üzerinde kamuflajsız intikal etmek zorunda kalışından, veyahut dar vadi geçişlerinin geniş manevra ve kıskaç hareketlerini imkansız kılacak oluşundan filan söz etmiyordu sadece.. Bilakis, o topraklar üzerinde kendilerine karşı savaşan insanları ve kültürleri de kapsayacak biçimde, şu meşhur "coğrafyanın" totaliyle nasıl mücadele etmek zorunda kaldığını anlatıyordu çoğu zaman.

Anımsadığım en etkileyici betimlemelerinden bir kaç tanesi; Slavik kültürün "ikmal anlayışı ve yollarıyla" kendilerininki arasında ne denli uçurumsal farklar bulunduğunu dile getiridiği  bölümlerle ilgiliydi. Bu hususta uzun uzun -ve hayretini gizlemeden- bahsettiği pek çok detayın ardından; "Evet kıymetli silah arkadaşlarım, eğer Kızıl Ordu'nun orta derinlikte bir ilerlemeyi takiben kendisini nasıl ikmal ettiğini bir görseydiniz.. hayır, hayır, bunu hayal bile edemezdiniz!" demişti.

Afrodit'le Leyla'nın farkını anlatıyordu sanki kurmaylarına.




Afrodit dediğin, taştan mermerdendi.
Önüne dikilen herkes kendisini görebilir, ve her gören "güzel" derdi.
Leyla'yı ise daha kimsecikler görmemişti.
Ama herkes Leryla'nın güzel olduğunu "bilirdi"

Yazısının sonuna da -benzer mealde-şu ifadeyi eklemişti; "Batı, doğu'yu anlayamaz. Doğunun mahiyeti ve mantığı öyle farklıdır ki, bu iki kültürden bir sentez çıkarmaya çalışmak, kanaatimce her zaman boş bir  olarak çaba kalacaktır. Doğu, batı için Spfenx'in kayıp burnu gibidir"

Sonuç mu?

Kitabına adını verdiği (kaybedilmiş zaferler) ve ilk sayfasında altını çizdiği gibi; birbiri ardına sayısız savaşı sayısız zaferle sonuçlandırabilecekleri, lakin son (nihayi ve belirleyici) çarpışmayı kaybetme riskine her daim gebe kalacakları o "coğrafya"yı terketmek zorunda kaldı.

Yenildi.

Spfenks'in kayıp burnu Artemis'e üstün geldi.

Bugün geçmişe,  ister bir askerin veya politikacının gözüyle bakalım, isterse bir filozofun ,bilim adamının,veyahut en sıradan insanın cv'sini açalım, coğrafya ve kader bağlantısı çoğu kez "yaratıcılıkla" kırabileceğimize inandığımız, ve/ama -ancak- belli sınırlar dahilinde aşabileceğimiz sınırlar inşa etmekte herseferinde.

Ve her birinin sonucu kendi içinde.

Kimi devasa, kendini tarihe kazıtacak denli büyük, kimiyse sıradan ve küçük.

Bir de "zamanı" ekle üstüne;

Hani şu uçup giden -hatta nereye gittiği bile tartışmalı olan- ama dönüp baktığında sanki bin yıldır oradaymış gibi kıpırdamadan duran, ve belirli bir başlangıçla belirli bir bitiş arasına sıkıştırdığında mermerleşen yargısıyla; zaman.

Bak işte şimdi gülerim çocukça.

Babama kırk sene önce yakmak zorunda kaldığı kitapları taşımakta yardım ederkenki halim geldi aklıma.

Sonra sokağa çıkma yasağı ve tutuklama.

Evde plaklar.

Bir adım sonrası kaset çalar.

Bizim kısmetimize de böyle bir zaman ve coğrafya düşmüştü nihayetinde.

Ve mektup arakadaşlığı yaptığım o finlandiya'lı kız, köpeğinin yaramazlıklarını neşeyle anlatıp kayak derslerinin zorluğundan bahsederken, ne tür müzik dinlediğimi sorduğunda bana;

Peh..

Önce Zülfü diyesim geldi, sonra Selda, sonra Edip, sonra, sonra..

Yazamadım hiçbirini.

Ne ağrıdan sızıdan tutmaz elleriyle sıla yolları, ne gariplerle dolu mezarları, ne de arzuhalci katiplerle adaletsiz dünyaları.

Ooof of!

Henüz kahrolası europ ve final countdown sahne almamıştı!

Ve benim bunların tek bir tanesini bile ingilizceye çevirmem, Salvador Dali'ye rahmet okutacak kadar surrealist kaçacaktı :)


Dip Not:
Sanırım sadece yapmamız gerekenleri yaptık.
Herkes kendince ve kendine özgü biçimde yaptı.
Çeşitllik buradan gelir.
Ve evet,"yaratıcılık" işin tuzu biberidir.
Yine de aynı tür'ün varyasyonlarıydık.
Türden türe atlayamadık.
Atlayamazdık.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder