28 Ağustos 2013 Çarşamba

2 /çizgi

...Halbuki, bir çocuğun algısındaki çizgisiz sorularla çizilmeye koyulan keşf-i macera.

Özenle dizili taşlar, temiz işçiliğiyle kaldırım, orman, ağaç, toprak, çam... ve üç beş metre arayla sıralı çeşme.. çeşmeler.. her birinin önünde hatırlanası bir hortum.. sulayın, sulansın..

Öyle ya; su hayattır..

Nerden geçtiyse yolumuz mezarlıktan!

2 yaş ve soru.

Durur mu tabi.. durmadı.

-Anaane mezarlık ne?

Buyur burdan yak...

Ben daha iyi bir cevap düşünemezdim ama yetişti anaane;

Dedi ki;

-Yaşlılar yorulunca buraya gelir burda uyurlar canım..

Bu da cevap;

-Hiç uyanmazlar mı peki?

-Uyanmazlar..

-Öyle miii..

-Öyle..

Dikti gözünü anaaneye ve sordu sonra;

-Sen ne zaman uyuyucan peki?

:)

21 Mayıs 2013 Salı

Balkon

Akşam karanlığında, boş bir kibrit kutusu gibi.

...ve aylardır boş beleş yerinde duran havuz: nihayet dolmuş.

Balkon desen..o başka seviye.

Akşam karanlığında, boş beleş yerinde...

Ve yüksekliği balkonun, aylardır.

Oysa rengarenk motiflerle bezeli kanatlarını çırparak havalanan, lakin organize bir hareket olarak tanımlanması pek de olası olmayan.. en azından böyle bir his oluşturmayan,  kelebekler.. Çok değildi. Ama balkon ve yüksekliği.. Hepi topu dört beş...Farklı istikametlere yönelirken görünmez duvarlara çarpıp sekercesine uyandırdıkları kırınımlar, ve sanki birbirleriyle yarışır gibi.. uçuştular.

Kıvrım demek doğru olmaz..

Zig-zag yetersiz kalır, söylemekten imtina etmek lazım.

Bellek alt kırınımlarla dolu olsa da.. Çağrışım onun üstü. Serçenin gagasıyla yuvaya taşıdığı, her bir yeni kıymık..Yapı.

Kelebek yoktu.

Lakin her kelebek, suyun üstünde sekip nihayetinde batan taşlar gibi yassı, havalandı.

Uçup gittiler, izleri anımsayışıydı farklı uzaklıkların.

Ve balkon yeterince.. ya da eyvallah..yüksekti olması gerektiği kadar.

-Yerden mi abi?

-Yok.. Su'dan

-Yüzmek mi diyorsun yoksa?

-Yüzmek?!! Deget allahınıseversen, esamesi bile okunmaz, bahanesi bile sayılmaz, hoşluğu veren sadece suyu görmekti belki.

Ama yine de..

Alacanın da ötesinde bir karanlıkta, balkonun su'dan yüksekliğiyle kısmen tepeden sayılabilecek ve bir bakışta içini doldurduğu nesnenin mermer taşlarla örülmüş kenarlarından birine yakın bir mesafede kıpraşan, minik ve ritmik bir dalgalanışı farkedilmek için..Gerekli olan şey ışıktı ve o da vardı.

Bahçe lambalarına neden karpuz denildiğini anlamak zor değil,  ama her seferinde gülmekten alıkoymam kendimi.

Neyse ama, mevzu başka;

Karpuzdan yansıyan ışığın suyla buluştuğu bileşkede titreşip duran bir hat.. örümcek ağının sudaki aksi mi desem.. bitmek ve durmak istemeyen bir model.. çizgi.


Milimetereden fazla, santimden ufak.

Halkalar.. lanmalar..

İn aşağıya.

İnmeden duramadım.

Önce limon ağacından bir yaprak kopardım.


Ve normalde ellemeye irkileceğim o yorgun böceği.. Yaprağın üzerine alıp sudan çıkardım. Sonra bahçenin taşlık, çimenlik bir kenarına bıraktım. Hatta.. O an dibimde biten meraklı kediciğin bahtsız oyuncağı olmasın diye ıslak ıslak..

Arada bi atraksiyon yapıp kediyi mama bahanesiyle mekandan uzaklaştırdım..

Eve geldim. Zaten dışarı terlikle çıkmıştım. Bir kaç böcek fotoğrafı aradım... Mesela işte, buna benzer bişeydi...

Sonra oturup,  Godot'u beklerken'i anımsadım.

Şapkam olsa sabaha kadar çıkarıp içine bakabilir.. ya da içinde birşey var mı diye tepesine vurabilirdim.






3 Mayıs 2013 Cuma

03/05/1985 Cuma

28 yıl önce bugün.

:)

Yatılı okulda tuttuğum hatıra defterime şöyle yazmışım;

..Bugün benim için çok iyi bir gündü.

Çünkü pazartesiden beri beklediğimiz yazılılarımız belli oldu. Ben 72 puanla 7 aldım. Bu nota çok sevindim. Hemen anneme ve babama bir mektup yazıp haberi müjdeledim. Aslında benim amacım 8 almaktı ama 7 geldi. Bu defa gelmezse inşallah gelecek ve son yazılımızdan allahın yardımıyla 8 alırım.

Ayrıca bugün ingilizceden yazılı olduk. Çok iyi geçti, inşallah 8 gelir. Eğer 8 gelirse 8 rekat namaz kılacağım.

Öğleden sonra türkçe dersinde çok kötü bir not aldım. Çünkü öyle arası arkadaşlarla oynarken, kafamı kapıya vurmuştum. Bu nedenle hem kafam ağrıyordu, hem de hiç ders çalışamamıştım. Bu kötü nottan dolayı bayrak töreninde ağladım.

Okulumuza 80 kişilik bir kafile geldiği için biz yine ayrı bir koğuşta yatmak zorunda kaldık. Akşam televizyon izlemeden erkenden yatakhaneye geldik. Zevkli ve eğlenceli geçen bir yastık savaşından sonra ışığı kapatıp uyuduk.

Neşeli bir şekilde bir gün daha nihayetleniyordu..

Konya, 03/05/1985 Cuma

:)

Not 1: fırsat buldukça fotoğraflar ve minik yorumlar ekleyeceğim:)

Bu arada;

Deutsche Übersetzung für die Türkisch-Taubstummen (Türkçe engelliler için almanca:)

Heut war es für mich ein ganz guter Tag, weil unsere Prüfungsergebnisse, auf die wir seit Montag gewartet haben, gekommen sind. Ich hab eine 7 bekommen, mit 72 Punkten. Darüber freute ich mich sehr. Sofort schrieb ich meinen Eltern einen Brief mit dieser frohen Botschaft. Mein Ziel war es eigentlich eine 8 bei dieser Prüfung zu erreichen, aber es ist eine 7 geworden. Vielleicht hat es dieses Mal  nicht geklappt, wie ich's mir gewünscht habe, aber hoffentlich bei der nächsten und letzten Prüfung, auch mit Gottes Hilfe, würde ich eine 8 bekommen.

Ausserdem hatten wir heut in Englisch eine Prüfung. Es lief ganz gut. Hoffentlich würde es eine 8. Bekäme ich eine 8, dann würde ich 8 rekat namaz* beten (bunun tam tercümesi yok:)

Am Nachmittag hab ich im Türkischunterricht eine sehr schlechte Note bekommen. Denn als ich in der  Mittagspause mit meinen Freunden spielte, schlug ich meinen Kopf an der Tür an. Deswegen tat mein Kopf sehr weh, und sowieso hatte ich kein Türkisch geübt. Wegen dieser schlechten Note, weinte ich nachher während Flaggenzeremonie.

Da eine Gruppe von 80 Personen in unsere Schule zum Übernachten gekommen war, mussten wir wieder in einem anderen Zimmer schlafen (leider). Am Abend sind wir direkt in den Schlafsaal ohne Fernsehen gegangen. Nach einer lustigen und spassigen Kissenschlacht löschten wir das Licht und gingen schlafen.

So endete der Tag doch noch auf eine glückliche und frohe Weise...

Konya, den 3. Mai 1985, Freitag

Not2: Defterin en arka sayfasına şöyle bir not düşmüşüm:

Bu defteri (günlük tuttuğum defteri) orta 1. sınıfta 24.10.1985 tarihinde Din dersinde meşgul olurken öğretmenimiz Mehmet Rahim Nuzumlalı'ya kaptırdım. 804 gün sonra, 6 ocak 1988 tarihinde mahkumiyeti bitti ve geri aldım. Tebrikler arkadaşım, çok iyiydin. Rica ederim.

Zıpırlık 1988 gibi başlamış sanırsam:)


1 Mayıs 2013 Çarşamba

Yarıçapın Etrafında; De Facto


Söz dizimleri, yay veya burgu benzeri nesnelerin esnekliğini çağrıştıran bir dil matematiği ve okuyucuya okuması için emanet edilmiş ama aslında emanetin doğru kelime olmadığı bir yer (boşluk)

-Öhm, bir sonraki cümleye geçmeden önce nerde saklandığını bilemeyeceğiniz ve belki başka cümleler arasında da bulup doldurmanız gereken boşluklar olabilir (1)

Bir tavsiye almam mümkün mü?

-Elbette.. Başkalarını ilgilendirmeyeceğini en baştan kabul edebileceğiniz bir içgörüyle başlayabilirsiniz örneğin..

(..Ki bu, yanlış bir kavşakta trafik lambasının sarısını sanki yıllardır aramızda yaşayıp bizleri tanımaya çalışan dünya dışı bir varlık gibi yorumlama ihtimalini bile içerir.)

Bir filmde görmüştüm, çok haklısınız..

-Yirmi yıldır bu gezegendesin, az daha ölüyorduk hala öğrenemedin mi hangi rengin ne demek olduğunu?

Öğrendim, Kırmızıda Dur, Yeşilde geç.

-Peki ya sarı?!

-Çok hızlı geç!

...Arada boşluk bıraktınız mı yine?

Bilmiyorum..

Ama hazır renklerden başlamışken... Yok yok.. o daha sonra.. daha başka birşey var önce.

Nedir?

-Şu "de"ler..

Hani şu ayrı yazılan ve eş zamanlı bir nesneyi diğer bir başka nesneyle aynı fiilin aktifine dahil eden "de" ler.. (2)

Aktif, inaktif, muhasebeci gibi konuşmanıza gerek yok, sadede gelin ve ne söylemek istediğinizi söyleyin lütfen? (3)

Bazen hiç kullanmasanız daha iyi, bütün matematiğini alt üst ediyorsunuz cümlenin....

Olabilir, ama en azından "renkli" değilim.

Renkli derken?

-Hayır, hayır.. trafik ışıklarından bahsetmiyorum bu kez.. Ama bilirsiniz işte, bir nesne ve bir renk.. (4)

Aaaa!

-Hiç sevmem naçizane, hatta bazen acırım..

Anlatılacak olanın olmadığı bir momentte, kalem sahibinin inatçı telaşıyla devirdiği köyleri hatırlatır bana.

?

Aslında devrilen köye üzülmem ama o köyü nereleriyle devirdikleri halk deyimlerinde sıkça kullanılır, wikipedi'de bulamayacağınızı düşündüğüm için ayrıca açmaya gerek görmediğim bir parentezin Janus'u andıran iki yüzü arasında izahat etme yolunu tercih etttim.. (yoksa, başına bir "ve" ekleyip "arasında"dan sonra kullansam daha mı iyi olurdu acaba ayrıca'yı?)

..Neyse, tavsiye ettiğiniz tuzağa düşmeyeceğim ve içgörüm!ün diğerlerini hiç ilgilendirmeyeceği kabulünden hareketle şimdilik bu konuyu kapatmakta bir sakınca görmüyorum (5)

Lakin bakın, hala hiç bir "renk" kullanmadım!

-Evet ama, nasıl değil?

-Mesela.. Turuncu bir kirpi, mor bir kavunu yedi... Yemeseydi, lavivert bir hançer  hüznümün sarısını delebilirdi!

Hmmm...

-Acıyorum gerçekten.. Gerek yok yani böyle şeylere...

Varsa da bi tane yeter.

Ahmet Arif'e (ya da Attila İlhan'a) mi geldi sanki konu?

Hayır, Uğur Işılak'a..

Anladım.. yine bir boşluk oluştu sanki, şu son cümleler arasında.

-İşiniz ne efenim, okuyucu olan sizsiniz: doldurun.

Teşekkür ederim.

EK 1: 29.03.2013 saat 23:31

Bir iki kelimeyi, cümlü içi dizilimi ve parantezlerin içiyle arayüzü arasındakileri up-date ettiydim az önce. (Farkedilmiş demiştim o zaman)

Öte yandan;

Sonsuz telefon trafiği ve medical cost kontrollü hasta dosyalarının aritmik sürekliliğiyle bölünen şu kesirli zaman ve zamane ziyaretler de olmasa.. Bir kaç paragrafa bir kaç dakikadan fazla bükülebilmek hoş olabilirdi belki, daha çok veya daha az.

Ama böylesi de değil çok kötü.

EK 2: 29.03.2013 saat 23:31 ve 45 saniye sonra:

Ve sanki yine yaptım.

O taş orda olmamış yerine rengi başka.. masanın önünden geçerken mutlu huzursuz bir başka çarpma.

Ve yerini değiştirdiklerimin sesini de ekleyebilmek isterdim ayrıca.

-Tıağçç!

:)

Siz de deneyebilirsiniz, başka örnekler üzerinde.

Deniyorum zaten.. üç adet bozuk parayı avucumun içine alıp dört beş santim yukarı doğru hafifçe fırlatıyor ve sonra seri bir hareketle havada tekrar yakalayıp sertçe kapatıyorum elimi... O an üç adet metal parça birbirine çarparak sönümleniyor veeee... bzzzrttt ile trapp! karışımı bir sesin  metalik versiyonu sayılabilecek bir ton çıkıyor...

-Nasıl bir kelimeyle ifade edebilirim bunu?

-İnan bilmiyorum, düşünmem lazım.

EK 3: 01.05.2013

1'den 5'e kadar numaralandırılmış, bazı cümleler?

Marsseh'in yazılarına okudukça, "bilinçsiz bir taklit" hissi uyandırdılar bende.

İtiraf etmeden geçmek istemedim.

Ve kaç adet tıağçç ettiğini sayamasam da... a l'ombre de rayon > de rayon du cercle > im Schatten des r >... vs, vs derken... Nihayetinde özür olarak "Um den r" yi ekliyorum.


Aslında yerböcek X için eklemek istemiştim ama, blogda yorumlara vidyo veya resim eklenemiyor maalesef.



27 Nisan 2013 Cumartesi

Mjöllnir ve kalbur saman...


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde.. Deceler tellal, pireler berber iken.. ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken..


Öyle sanıyorum ki;

Bu dizelere duyduğum hayranlık hiç bitmeyecek.

Armoni..

Sanki bir damla masal sağanak olup bastıracak ve yağmurda açan kanatlarıyla yüzlerce minik çan..


Mjöllnir: Tanrı Thron'un sahip olduğu, adının anlamı "parçalayıcı" olan kocaman bir çekiç. aLınTı: ViKiPeDi

Çekici Brokk ve Eitri isimli iki cüce kardeş yapmıştı.. Çekiç yapılırken Loki sinek kılığına girip cüceleri ısırarak rahatsız edince bir kaza olmuş, çekicin sapı kısa kalmıştı..



Yanıp Sönen R: 

kötülük tanrısı, LoKi.. Çekiç yapılırken sinek kılığına girip cüceleri rahatsız edince.. bir kaza olmuş.. ve çekicin sapı bu nedenle kısa kalmış.. 

Hangi kelimeyi kullanırsam hayranlığımı daha iyi ifade edebilirim?


BAŞTAN ALALIM

evvel zaman içinde, kalbur saman içinde..
develer tellal, pireler berber iken..
ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken..
Brokk ve Eitri adında iki cüce kardeş varmış..
birgün bu ikisi bir olup bir çekiç yapmış..
ama onlar çekici yaparken kötü Loki sinek kılığına girip cüceleri ısırınca..
bi kaza olmuş..
çekicin sapı kısa kalmış..


nob sridu
yağmurun bastırdığı ve çanların kanat çıkarmaya başladığı yerde
:)




Mitoloji ve..

Tarihin ilk dönemlerinde ortaya çıkan mitler ve fantastik imajlar (tanrılar, efsanevi kahramanlar, destansılar) değişik tabiat ve toplum fenomenlerinin "genellenmesi" ve açıklanması çabasıydı muhtemelen.

Bu konuda Marks; "Bütün mitolojiler, tabiat kuvvetlerini muhayyileyle bertaraf eder, birbirine ve karşılıklı bağımlaştırır ve oluşturur" der. 

Yani Marks'ın deyişiyle mitoloji, tabiatın bilinçsiz* olarak yeniden yaratılmasıdır aslında. 

Ve burada tabiat, sadece doğa değil, içinde toplum da olmak üzere maddi olan herşey anlamındadır. 

Zaten antik toplumdaki dünya görüşlerinin pek çok yanları, mitoloji'de anlamını bulmuş karşılıklarıyla izlenebilir.


Yan başlıkta sevgili oik0s'a ilave etmek isteyip yarım bıraktığım şeye gelince.. 

Miras-ı muhayyile.

Hemi de "üretilmiş" somutla.

Daha değişik bir şekilde söylemek gerekirse; 

Bugün mitolojik imajların, çeşitli branşlarda ve sanatlarda sıkça ve halen kullanılmasının altında, belki de -ya da bana göre- doğayla birlikte toplumun bu yeniden yaratımının "artistik" mirası yatmaktadır.

Alt kırınımları bambaşka ve kapsamlı bir yazının konusu bile olabilir.

Ama reddi miras? 

Hele ki cahiliye, hele ki tahrif, hele ki sapkın, hele ki gönül gözü zartı zurtluğunda..

                                                           Vah vah..



İşte şimdi şu yukardaki fotoğrafa bakıp "harem" filan zannedebilir insan.
Mazallah
:)


25 Nisan 2013 Perşembe

Madde /İde /Felsefe


Aristotales ve Platon..

Eski yunan'ın bu iki "demirbaşını" her zaman, her daim ve hemen herkesin övgü ve/veya ilgisine mazhar kılan şey ne olmuştur derseniz eğer, o tek bir yazının konusu olamayacak (veya sığamayacak) kadar "geniş" kaçabilir şüphesiz.

Lakin gerçek biraz da böyledir.

Örneğin kilisenin vazgeçilmezleri arasında bulunan Aristotales için, Lenin  de "materyalizmin kıyısına kadar gelmiştir" der. Ve Platon için bu kadar cömert olmasa bile, bütün felsefe tarihinin O'nun yazdıkları üzerine tutulmuş notlardan ibaret olduğu benzeri bir komplimana yine de karşı çıkmazdı sanırım.

Aslında eski Yunan'ı anlamak, bir tarafıyla kolayken diğer tarafıyla zordur.. Çünkü birbiri ardına gelip geçmiş pek çok düşünür ve dahi, muhtemelen pek azımızın dikkatini çekmiş bulunan ve ilk bakışta çok da kolay farkedilemeyen bir bahçe içinde dolanırlar. Kısaca özetlemek gerekirse; Tanrıların kabul edilip dinin reddedildiği bir bahçe diyelim..

Örneğin belki ilginç gelebilir ama, Hitler'in III. Reich'ı için düşlediği de -bir anlamda- buna benzer birşeydi aslında. Sadık SS'lerini mitolojik bazı kahramanlar eşliğinde resmettirdiği pek çok sanat eserinden tutun da, pagan görselliği ve bu görselliğin kendine özgü meydan okuyuşu ve estetiği içinde  şekillendirilmiş sayısız sivil/ askeri tören ve şenlik, ve daha çok üst düzey nazilere ait farklı ve yine kendine özgü ilave ritüelleriyle faaliyet gösterecek olan özel kiliselere kadar daha pek çok şey.. (Himmler'in SS'leri için tasarladığı mabetimsi yapılar vs)

Ama biz yine Aristotales ve Platon'a dönecek olursak; Bu iki dehanın tarih boyunca ve nerdeyse kesintisiz bir biçimde devam eden yolculuklarını izlemek her daim mümkün.. Örneğin İsa'nın ardından gelişip yayılmaya başlayan hristiyanlık, takip eden bir kaç yüzyıl içinde hem Aristotales'i hem de Platon'u çoktan hristiyanlaştırmıştı bile.. Ve Augustinus ile olgunlaşmaya başlayıp Aquina'nalı Thomas'a kadar uzanan bu dönem öyle bir noktaya erişmişti ki; örneğin kilise deyimiyle (veya dönemin akademik diliyle de denebilir) bir konu hakkında derin bir araştırma yapmak demek "Aristotales ve Platon o konuda ne demiş, ne yazmış, ona bakmak" demekti.

Daha derin bir araştırma ise,  bu ikisi hakkında yazılmış bir kitabı okumak (örn.Augustinus ve Aq.Thomas) olabilirdi ancak.. Bu iki filozofun etkisi o denli büyüktü ki, nerdeyse bin yıldan fazla bir süre boyunca yerler ve gökler bile onların anlatılarıyla bilindi ve hiç şüphe edilmedi. Dahası, tüm bu anlatılar kutsal kitap tasvirleriyle özdeşleştirildi..


Yani deyim yerindeyse; hazırı vardı herşeyin. Astronomi mi mesela, kusursuz küreleri ve o son kürenin üzerinde asılı duran yıldızlar yeterliydi.. Zaten daha ötesi yoktu ve orası evrenin son noktasıydı. Ya da botanik mi.. 14. ve 15. yüzyıllara gelindiğinde bile, Antik yunan konteksinde yer almamış bir çiçek'in -ilk defa örneklenmiş bile olsa- hiçbir önemi yoktu, değersizdi ve ihmal! edilebilirdi. Fizik derseniz, yine Aristotales'in söylemiyle yer cisimleri ölümlü ve kusurlu, gök cisimleri ise ölümsüz ve kusursuzdu. Keza mantık.. ki çok uzunca bir dönem boyunca tanrının akıl yoluyla kavranabileceği ve inancın da akıl yardımıyla ispatlanabileceği savunuldu ve bunun matematik/mantık yolları zorlandı.



Öte yandan, müslümanlar için de durum pek farklı değildi. Onlar da bu iki filozofla yakından ilgilendiler ve hatta hristiyanlara göre çok daha derinlemesine irdelediler. Örneğin Arsitotales'in sadece mantığı ile yetinmediler. Lakin okuduklarını da bir çırpıda ve nerdeyse bin yıllık bir suskunlukla unuttular. Bugün yeni yetme bazı islam düşünürlerinin vahy ile aklı uzlaştırma ve inancı akıl yoluyla ispatlama çabaları ise, tarih boyu hem matematik hem de mantık şablonları eşliğinde ve bütün ihtiyat birlikleri sevkedilerek verilmiş, ancak yine de kaybedilmiş bir büyük taktik/felsefi savaşın varlığından habersizce devam ediyor oluşu bakımından tuhaf ve trajikomik bir olgudur aslında.

Yani işi felsefeye vurursak, cami kilisenin gerisindedir hala.

Ve bugün gelinen noktada; Aristo da Plato da yaşıyor.. Kaderleri derseniz eğer, Aristotales'inki biraz da Kant'ınkine benzer. Çünkü bünyesinde hem materyalist hem idealist ögeler barındırır, hatta biraz da karasızdır. Ve onun için; hani deyim yerindeyse isteyen istediğini seçip alır. Zaten sahip olduğu bu dualist ve kararsız yapıdır ki, hem kilise tarafından hristiyanlaştırılmasına hem de Lenin'in iltifatıyla tanışmasına yol açmıştır.

Buna karşın Platon idealist felsefnin özünü teşkil etmesi bakımından hala saftır. Onun varlığı açıklamak için kullandığı kavram "ide" dir ve bu ideler bildiğimiz nesnelerin maddi ve izafi olmayan asıl formları olarak, ebedi, göksel, ötesiz, doğumsuz, ölümsüz, zaman ve kayıt dışıdırlar. Zaten sahip olduğu teorinin asıl adı da; "nesnelerin maddi olmayan formlarının varlığı" teorisidir. Asıl ve mutlak varlığı bu şekilde "ide"leştiren Platon, ide'nin karşısına da "varlık olmayan'ı" koyar ki, bu da -bildiğimiz- madde ve mekandır. Hissedilebilir dünyayı ide ile maddenin bir ara durumu olarak tanımlar. Ve idelerin aksine, dünya objeleri sınırlı, izafi, zamana ve mekana bağımlıdır. Bilgi teorisi de buna uyum gösterir, örneğin Platon'a göre öğrenilen herşey aslında bir anımsayıştır. Ve böylece özünü idea'da, güvencesini is sonsuzlukta bulur.

Sonraki dönemlerde teoloji ile özleşmesinde (daha doğrusu kusursuz bir harç malzemesi olabilmesindeki) espri* de de budur:)

Vakit buldukça detaylarını yazacağım.
Lakin şimdilik kısa bir not düşmem gerekirse;
Bütün bir insanlığa ait felsefe tarihi, aslında tek bir insanın kendi yaşam sürecinde geçirdiği evreleri andırıyor biraz da..
Çocuktan yetişkinliğe..
Platon'la ilk soyutlama* yeteneği başlarken, Aristotales'le ilk sorular geliyor usulden.
Baba bu ne, kremit neden kırmızı, demir ağacı olsa demirden tahta olur mu vesaire..
:)
Sonra büyüyor tabi, aşkı tanıyınca bir başka: Spinoza.
Parasız aşk karın doyurmayınca Marks..
Eee, bi de James William var tabi.
Her an her yerden çıkabilir ve zart diye dalabilir kavşağa:)

18 Nisan 2013 Perşembe

Çocuk

Politik sonuçlarını Fransız devriminde bulacak olan gelişmelerin bir çoğu 18.yüzyılın ikinci yarısında şaaparkene..

E ama yeter.

Çocuk..













Sadece, çocuk.


Ve daha bir kaç asır evelinde kilisenin demirbaşından çıkıp devletin olma yolunda emeklerken, Augustin'in velayetinden alınıp Rousseau'nun "insaniyetine" devredilen çocuk.

Tarih.. ve yüklenen erek (O daha başka bir mesele elbet)

Ama biz devletin çocuğu olarak doğduk.
Sorsanız derler ki; Rouessau kesmiştir bizim de göbeğimizi.
Oysa ruhumuzu besleyen mama, yine de Cizvit menşeyliydi.

Siyah önlüğün beyaz yakası. Kolalı. (Şimdilerde kalmadı)
Internat. (bknz. almancası)
..schon schaukeln werden wir das kind> dercesine sanki:
Devrik bir cümle edasıyla hani.

Onbir yaşımda avuçlarıma bırakılan bir başka pedagojik hadise.

Sınıftaki kürsü.
Yüksek.
Öğretmen ve ses.Yankısı soru işareti.
Koridor. Köşesi tehlikeli.
Sessizlik. Bize. Tebeşir.Toz.
Ve zaman;
Bir prusya nizamnamesi..
Taksim edilmişti gün.
Etüd saatleri. Işık. Onbuçukta kapanır. Saçlar.Bir santimden fazlası yasak.Makas.Fellik fellik kaçanlar. Ve kızlar.Ayrı sıralar.Suç.Ceza. Avuçta patlayan sopa.Yazılı.sözlü.Münazara;


Süt siyahtır.

Kazanmıştır.

Kazan.

Kaz.

ka..

k..

Kazdık.kazanda yıkandık. Kazandık.


Efendi ve uslu çocuklardık.

Zaten efendi ve uslu olmasak; bütün o fırlamalıkları (ki yazmadım daha) yukardakilerin arasına hayatta sıkıştıramazdık.

Yine de cumartesiydi, en güzeli.

Sağım, solum, önüm, arkam der gibi açıp gözü.. 24 saatlik mesafede olurdu en yakın sobe.

Sonra telefon yazdır ve bekle.

Neşe:)



17 Nisan 2013 Çarşamba

eski/ yeni /hırsız/ sepet

Öyle bir olgu ki;

İnsanı ve kültürü yanlışlıyor.

Tam da bellek, ve tam da bütün tarihselliğiyle üstelik.

Kesici bir ilişki.

Öz'le görünüşü birbirinden yalıtan.

Ve kalıyor.

Hangi bağlamda... olursa olsun.

Pek çok ritüel ve form korunurken, mutasyona uğruyan muhteva (hafıza kaybı)

Ya da tümüyle boşaltıl.

Din

Bir nevi, sosyolojik bir organ transplantasyonu.

Lakin işin püf noktası şu ki;

Nakledilen organ, bir böbrek veya ciğer değil, bizzat beynin kendisi.

Yaa.. Kaşla göz arasında,  çok kötü bişey oldu sanki.

Oldu tabi:)

Sizin olan sizin değil ve siz bile değilsiniz artık >üçüncü tekil şahıs.

Sonrası aslı, aslı astarsız, öncesi kayıp.


Ve bir başka bedende gözünü açan insan. (siz değilsiniz lakin, başkası)
Eller iki, parmaklar beş.. Bakıp sayması güzel ama, yine de farklı. Sonra aynada baş tara, banyo yap, yıka..



Avrupa hıristiyan mı mesela? Hıristiyan.. Peki ya güney Amerika?.. Ortadoğu, Avustralya, Afrika? Bittabi.

Yolcusuz bilet,  kendi "başına" kesilmiş..

Oysa ben Avrupa'ya baktığımda, Roma'yı görüyorum hala. O hem sevip hem döven, kanun ve şehircilik ustası eski Roma.

Ya da küçük bir Meksika kasabasında çalan çan, Napoli'dekiyle aynı bile olsa.. Yine de şıp diye anlıyor insan, Sezar'ın hiç uğramadığını oralara..

Sonra Afrika..

Kilise aynı belki, ama bu kez de ne Roma, ne Meksika.

Ve Peru'nun hıristiyan dağ köyleri vardı geçenlerde..Hani o anı ölümsezleştirmek için fotoğraf çeksen; onlar da hıristiyan elbet. Ama yürüyüşü inka, duruşu inka, çıplak ayaklı sertliği ve mesih'i andığı tören bile inka..

                              Yani bendeniz, nereye gitsem aynı kartpostal çıkıyor karşıma;



Yeni beden içinde eski ve kırık gölgeler.
Yeni olan beden değil halbuki, şimdi hırsız sepetinde başsız bir heykel.
Eski gölgenin yeni sahibi ve hafızasız.
Bu kadar.







İnsan /imkan /cesaret

İlk uçak yolculuğumu dört yaşındayken yapmıştım.

O yolculuktan aklımda kalan tek şey, uçağın havalanışından inişine kadar geçen süre boyunca hiç durmadan ağladığım ve o kulak çınlatan çatlak sesimle "Anne düşüyooo!.. bak şimdi düşüyo!..Anneeaa uçak düşüyoo!" diye ortalığı birbirine kattığımdı.

Diğer yolcular için tam bir işkence olmalıydım ki, hostes ablalardan birisi dayanamayıp yanıma gelmiş ve şakayla karışık "bak biraz daha ağlarsan seni aşağı atarım" gibisinden bişey fısıldamak zorunda kalmıştı. Ve sonra bu enteresan tehdit karşısında annem ve babam yerlerinden fırlayıp "Sen bizim çocuğumuzla nasıl böyle konuşursun?!" şeklinde bir karşı taaruz başlatmıştı.

Ama tüm bu içler acısı şenlik devam ederken, benim için değişen birşey yoktu. Bu kez de hostes ablanın eteğine yapışmış ve aynı çıngıraklı melodiyi onun için seslendirmiştim: "Ablaaeaa! Uçak düşüyooo!"

Feci bir hikayeydi işte:)

Her ne kadar bendeniz sonrasında "Yoo, aslında hiç de korkmadm ki!" pişkinliğinde demeçler versem de, hatırladıkça pır pır eden yüreğim biliyordu ki uçak tehlikeli birşeydi.. Onun için, adını anmaya bile değmezdi ve uzunca bir süre de böyle devam etti.

Ama üç dört yıl sonra, biraz da okuduğum yüzbaşı Volkan serilerinin etkisiyle mi nedir, yeniden merak saldım uçaklara. Meraklıları bilir, yüzbaşı Volkan Ali Recan'ın yarattığı bir çizgi roman kahramanıdır. Türk Hava Kuvvetleri mensubu yetenekli bir pilot ve aynı zamanda sıkı bir ajandır. Sık sık yurtiçi-yurtdışı gizli operasyonlara katılır. Çin'den Rodezya'ya, eski Sovyetler Birliği ülkelerinden tutun da ismi haritalarda bile geçmeyen küçük ve ıssız pasifik adalarına kadar dünyanın her yerinde onlarca macerası vardır. Hatta bir seferinde, Profesör Weissman isimli isimli çılgın bir bilimadamının roketi ile uzaya bile gitmiş, ve hatta hikayenin sonunda Ay'da dahi yürümüştür.

Öte yandan; Ali Recan'ın da çizer olarak (kendi döneminin diğer yerli çizerleri ile mukayese edildiğinde) bir kısım sıradışı özellikleri vardı. Ve en önemli karakteristiklerinden birisi de, teknolojik objeleri resmederken ayrıntılara çok önem vermesiydi. Her özellikli nesneyi, büyük bir sadakatle çizerdi.. Örneğin bir uçak resmedilecekse uçağın ne olduğu bilinmeli ve kesinlikle ona göre çizilmeliydi. Öyle usulen kanatlı motorlu birşeyler karalayıp geçmezdi.


Ve bu suretle ben, Ali Recan sayesinde yani, nerdeyse usta bir hava gözetleme eri kadar bilgi ve görgüye ermiştim. Mesela o sivri burnu, ince uzun gövdesi ve arka dikey kanadı üzerine yatay olarak monte edilmiş bir ikinci kanatçığıyla Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde uzunca bir dönem avcı uçağı olarak kullanı-lan F-104 Starfighter'ları daha bi bakışta, gökyüzündeki minicik siluetinden ta- nırdım.. Ya da Fantomlar, dikine havalanabilen Herrier'lar, Yunan Mirage'ları, ayrıca doğu bloğu ülkelerine ait Antonov-24, Ilyuşin-76 benzeri kargo uçakları, hemen hemen bütün MIG serileri (MIG- 21, MIG- 23, MIG- 25) ve daha niceleri, aslına en uygun resimleriyle hep zihnimdeydi ve hangisini görsem işte budur diyebilirdim.

İşte biraz da bu çocukça merakın kamçılamasıyla, yazının başında aktardığım ve hayli tantanalı geçen o ilk uçak yolculuğuna takıldı birgün aklım. Tamam, evlere şenlik bir performanstı ama, ben o herkesi çıldırtan çıngıraklığımı acaba nasıl bir uçakta yapmıştım? Ve kısa bir araştırmayı takiben -biraz da babamın başının etini yiyerek- aradığım cevaba ulaştım: kuvvetle muhte- meldi ki , bir DC-10 içinde sahne almıştım. Sonra ne mi yaptım? ali Recan'a bir mektup yazıp (internet filan yok tabi o zamanlar) bir kaç kareliğine de olsa bir DC-10'u yüzbaşı Volkan'ın maceralarından birinde kullanması için ricada bulundum:)


Sonra.. aradan yıllar geçti yine. Bu kez de, üniversite son sınıfta bir pilotla tanıştım. Ve laflayıp dururken, ne olduysa oldu, konu döndü dolaştı yine F-104 Starfighter'lara takıldı. Biraz enteresan bir andı, çünkü pilot hazretleri biraz da benim uçak bilgim karşısında şaşırarak ve o günlerde çokça gündemde olan F-16'larla kıyaslama yaparak, "F-104 mü?" dedi, "yahu biz uçan tabut diyoruz ona".. Ve pek çok teknolojik ayrımı ve yeniliği vurgulayarak, sanki tarih öncesi bir uçağı anlatır gibi yüksekten bakarak anlattı durdu uzun uzun.. F-104 mü, at çöpe gitsin der gibiydi..


Derken, bi 5-6 yıl daha geçti aradan. Ve nedendir bilmem, önce havacılık tarihine, akabinde DC-10 ların öyküsüne merak saldım durup dururken.. Kariyerine 1. Dünya savaşında Alman ordusunda başlayan, savaşı takiben sivil havacılığın en yetenekli pilotlarından biri olarak Luftansa'da çalışan, ve sonrasında Hitler'in özel pilotu olan Hans Baur'un anılarını okudum.  1910'lardan başlayıp, savaş sonuna kadarki 30-35 yıllık dönemin havacılık şartlarını ve tarihini onun kaleminden okudukça, F-104'ler için uçan tabut diyen o pilot arkadaşım geldi hep aklıma.. F-104'ler uçan tabutsa, eski Albatroslar, Rolandlar, Rumpler'ler, Ju-52'ler, Stukalar, Focke Wulf ya da Messeschimit'ler neydi o zaman, uçmasını bile beceremeyen tabutlar mı?Halbuki herbiri kendi döneminde büyük bir gurur ve güvenle üretilmiş, ve gerek sivil havacılıkta, gerekse savaş alanlarında yüzbinlerce kez boy göstermişlerdi. Kimse de ben bu tabutlarla uçmam! filan dememişti.

DC-10'un öyküsü ise biraz daha kederliydi.. Hatırladığım kadarıyla, mc Donald ya da ona benzer bir isim taşıyan bir Amerikan firmasının üretimiydi. Kargo bölümü kapağında bir tasarım hatası vardı ve bu haliyle son derece tehlikeli olabileceğine dair bazı uçuş aksaklıkları rapor ediliyordu. Yine de firma hatayı düzeltmek için pek hevesli değildi, belki de o kadar büyük bir problem olduğunu düşünmemişlerdi. ve sonra öğrendim ki, bu DC-10'lardan bir tanesi -hem de Türk Hava Yolları'na ait olan bir tanesi- 1974 yılında Paris-Londra seferini yaparken üçyüzden fazla yolcusuyla düşmüş ve kurtulan olmamıştı. Kazanın nedeniyse, yine o kargo kapağıydı..Ve 1974 senesi, benim ilk uçak yolculuğumun sadece bir kaç yıl öncesiydi.


Şimdi ben bütün bu arapsaçı hikayelerin eşliğinde sadece gökleri değil, beraberinde denizleri, okyanusları ve potansiyel tehlike arz edebilecek bütün yolculukları düşünmeye çalışıyorum. Beraberinde insanı ve tarihi.. Vasco da Gama ahşap kalyonlarıyla bir bilinmez maviliğe açılırken ne doğru düzgün bir harita vardı yanında, ne de gprs filan. Ya da bugünün denizcileri Cristof Colomb'u görselerdi o günlerde, sen şimdi koca okyanusu şu yelkenli gemilerle mi aşacaksın diye dalga geçmezler miydi kendisiyle? Hatta bunun düpedüz intehar olacağını düşünmezler miydi içten içe?..

Peki ya ilk uzay yolculuğu, insanoğlunun Apollo-11 ile Ay macerası? Mesela günümüz astronotları bugün birebir 1969 teknolojisi ve olanaklarıyla aya gitmek zorunda kalsaydı bunu nasıl karşılarlardı? Yoksa bugünden geriye dönüp bakıldığında o mekik de bir uzay tabutu olarak mı adlandırılırdı?








İnsan, imkan, cesaret.
Sahip olunanların verdiği rehavet.
Sahip olduğumuz şey hep tabut ve hep cesaret.




16 Nisan 2013 Salı

Müzik, Mekan ve Zaman

Müzik, Mekan ve Zaman.

Öykü..

Ne güzel kelime.

Arasıra uğrayıp birşeyler dinleyebilmek, ve karala(ş)mak için belki.



Karala(ş)mak fiilinden de anlaşılabileceği üzre;

Dostlar yazabilir :)

Ve açılış için, tabi ki:

Victor Jara / Te Recuerdo Amanda


















Victor Jara'yı saplantı dercesinde sevdiğimi, daha önce söylemiştim.

Ve diğer sevdiklerimle birlikte, zamanı, mekanı ve şarkıyı birleştirmeye burda devam edeceğim.

Bütün dostlara, sevgilerimle.