27 Eylül 2016 Salı

Ne alaka :)

Ateizm ne ki..

Çıkar doğa üstü güçleri hayatından, vur götüne kişisel tanrıların, hepi topu bu.

Ee, sonra?

Birey olmak, aynı zamanda bir arada yaşama standartları, folklor ve alışkanlıklar, paylaşım, iş-emek, ekonomi-politik, vesaire...?

Hadi tanrının sözü olduğu iddia edilen kitapların sesini kestin, yaşama nasıl dahil olacaksın, nerede duracaksın, bunca bileşen arasında nasıl pozisyon alacaksın?

Ateizm'in ön gördüğü bir birey psikolojisi ve sosyal standartlar bütünü mü var?

Veyahut tanımlı bir ekonomik model veya iş-emek sistemi mi pompolar?

Ritüel üstüne ritüel, doktrin üstüne doktrin mi basar?

Alakası yok..

Ateist olan insan sadece "aha bak bu tanrının sözüdür" denilen şeye madik atar.

Ama bunlar dışında, yaşamın getirdikleri ve çelişkileri karşısında o da benzer sorularla başbaşadır ve karar verme ve seçim yapma yollarını arar.

Sonuç mu?

Sevgi pıtırcığı ya da Totaliter, neo-liberal ya da faşist, sosyalist veya nasyonal-sosyalist , veyahut komünist.. ya da bi boka yaramayan itin teki.. hedonist, hepsi mümkündür icabında.

Neden mi?

Çünkü gözden kaçırılan şey şudur:

Teolojik etik diye bişey vardır ve bu etik anlayış oldukça genellenmiş bir karakter ihtiva eder.


Lakin ateist etik diye bişey, beraberinde bir ikinci değer sıralamadığınız sürece genellenemez.

Yani, "Len olm öldükten sonna kıyamet cennet cehennem neyim yomuş e hadi iç edelim o zaman şu parayı, vuralım malın götüne!".. şeklinde özetlenebilecek bir "etik" yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır.

Ve zaten tam da bu "yok"luk yüzündendir ki; Dinci tayfanın felsefe ile ilişkisi de anca yukardaki satırda ifade edebildiğim kadarıyla mutant bir zortlatmadır.

Misal..

Neden üretim araçlarının kollektif mülkiyetini savunuyorsun? Çünkü ateistim..

Neden serbest piyasa ekonomisine inanıyorsun?..Çünkü ateistim..

Neden kadının iş hayatında yer alması gerektiğini düşünüyorsun? Çünkü ateistim..

Neden ateistsin?.. Çünkü ateistim!

:)

Oldu mu şimdi?

E olmadı tabi...

Daha somut örnekler de verebiliriz elbette;

Aristotales mesela.

Sen onca bilgiyi koy kataloga, bul, yapıştır, paspartula, dön sonra doğada köleliğin izlerini ara..

Ya da Pierre Bayle  (1647- 1706) Mitoloji ve metafiziği küçümseyen şüphecilikle sahne aldığı o enteresan kavşakta.. (kendisi kırmızıda geçmedi ama çok adamı yolladı akan trafiğin ortasına)

Günümüzde de böyledir bu..

Modern zamanların ve kapitalist toplumun sınırsız tüketim kültürünü labaratuvar ortamında test eder gibi üretip pompalayan pek çok ideolog, veya çok uluslu şirketlerin başında yine aynı amaç tatkik ve strateji içinde orkestra şefliği yapan pek çok üst düzey yönetici ve bizzat sermaye sahiplerinin de birer tanrı-tanımaz olduğunu unutmamak lazımdır.

Hatta ve hatta, sosyal darwinizmle kafayı bozmuş çılgın ( ve ateist ) bir diktatör bile olabilir.

Ama sosyal darwinizm'in kendisi "idealist" bir uyarlamadır, ateist olsan kime ne fayda, vesaire..



Oysa ; Ateizmden farklı olarak,

Tanrıya inanan kişi mümin olur ve beraberinde kültürden sanata, eğitimden adalete, sosyal hayata ve hatta yatak odasında hanımına nası yaklaşacağından tutun da tuvalete nası girmesi gerektiğine kadar bin bir detaycılıkla tanımlanmış bir kalite standart prosedürünü onaylar.

Hazır paket proğram alır yani, ve satırlarla oynayamaz.

Aslen bundan dolayıdır ki, kişisel bir tanrıya inanılan bütün dinlerde insan bir birey değildir aslında.

Bir geçmişi, belleği, katmanlı tortularla birlikte sado-mazo çağrışımlara açık özlemleri ve bunların hepsini kapsayan/ kuşatan atmosferiyle bir "psikolojisi" olan / olduğu düşünülen bir canlı değildir daha doğrusu.

Ona bişey verirsin, okur ve iş biter, yeni bir insan olmuştur/olmalıdır artık. ( Buyrun bende hazır yapılmışı var der gibi)



Tanrı-kul ilişkisi bu anlamda devlet-memur ( veya memur-kağıt) ilişkisine benzer.

Çünkü aslolan tebligattır, bu da okuyup düşünsün diye değil, bi an önce tebellü edip gereğini yapsın diyedir. ( Düşünmesi gereken yüksek makamlar, zaten onun yerine ve en hayırlısıyla vesaire.. düşünmüştür)

Hatta bizzat Tanrı'nın kendisi bu anlamda en psikolojiksiz varlıktır.

Eğer yarattığı insanın psikolojisinden birazcık bile anlıyor olsaydı, kafirlere göndermeler yaparken onlar ki tebellü ettikleri halde inat ederler de etmemiş gibi yaparlar demek dışında bişeyler de yumurtlardı.

Neyse biz konumuza dönelim yine..

Ateizm tanrı inancını reddeden bir görüşler sistemidir, hepi topu bu.

Ve bu tanrı tanımaz görüşler sisteminin taşıdığı pozitif içerik kadar, kusurları da vardır, bunlar da ait olduğu dönemin bilim, felsefe ve sosyal-ekonomik şartlarının gelişmişlik düzeyiyle şartlanmıştır.

Örneğin köleci toplumda Thales'in, Anaksimandros'un, Heraklitos, Demokritos ve Epikuros'un eserlerinde sık sık tanrı tanımazcı unsurlara rastlanır, ama fenomenleri tabi yollarla açıklama gayretindeki bu tutum ve tavır, aslında biraz safdil biraz da spekülatiftir.

Örneklemek gerekirse bir yandan din reddedilirken diğer yandan tanrıların varlığı yadsınmaz, ya da dinin reddedilmesi yeryüzüyle ilgisiz bir tanrı ile birleştirilir.. e hadi o da olmadı "tanrı" fikri bütünüyle reddedilse bile, başka başka etik / fizik tartışmalara dalınır ve/ ama "köleler" yine bokun sidiğin içinde kalır..

Buna karşın, ortaçağ sonrası dönemde izlenen burjuva tanrıtanımazlığı, kilise ve din egemenliğinin kırılmasında çok etkin olmuştur.

Pek çok fransız materyalisti ve Feuerbach'ın eserleri, kilisenin reaksiyoner niteliğinin ortaya konması, gelişen bilim ve bilim felsefesinin dogmayı zorlaması, sekülerlik heveslisi "senyörlerin" ( asıl dertleri para) kilise boyunduruğundan/vergisinden kurtulması ve nihayetinde feodalitenin ortadan kaldırılmasına kadar uzanan dönemde önemli bir rol oynamıştır.

Ne var ki, bu da (burjuva tanrı-tanımazlığı da) tanrı figürünün taşıdığı anomalileri gözler önüne sermenin ötesinde, dinin kendi tarihsel kökenleri ve üretim ilişkileriyle olan ilişkisini ortaya koymaktan uzak, ayrıcalıklı bir sınıfın kendi içinde yürüttüğü ayrıcalıklı bir tartışma konusudur büyük oranda.

Son noktayı ise Marksizm koymuştur. ( Kavramlar ve bilgi,  taşıdığı her türlü içerikten öte, ve öncelikle, tarihsel bir mahiyet taşır..detaylarına girmiyorum)

Onun için..

Her ateiste kanmayın.

Her ateisti de materyalist ya da sosyalist-komunist neyim sanmayın :)




26 Eylül 2016 Pazartesi

şakkı kamer

islam peygamberinin, dünyamızın sevimli uydusu olan ay'ı parmağıyla işaret edip ikiye bölmesine dair, malum hikayedir..

üç aşamalıdır.

ay önce ikiye ayrılır. bir süre öyle kalır. ve sonra tekrar biraraya gelip yapışır.

aktarımlara bakılırsa, hadisenin rivayet edildiği haliyle vuku bulması m.s 7.yüzyılın ilk çeyreğine denk düşer.

ki o vakitlerde, örneğin doğu roma imparatorluğu hayattadır.

britanya üzerinde anglosaksonlar ve eski batı roma imparatorluğu topraklarında, germen, vandal, italyan, ve daha bir çok krallık ve tabası yaşar.

uzak doğu derseniz çin yine var.

keza afrika'da da mısır.




lakin enteresan bir biçimde, böylesi fecaat bir astronomik hadiseyi, isimleri amr bin abbas'la başlayıp cübeyr bin mut´im ile biten bir kaç arabın dışında , şu koca dünyada hiçbikimsecikler görmemiş ve yukarda sıralı onca imparatorluk, krallık ya da medeniyetten tek bir allahın kulu bile farkedip tarihe not düşmemiştir.

ama demokrasi gereği, inanan inanır.



hidayet'in kurnayla ilişkisi

Ne bir çocukluk anısı..

Ne mizah.

Ne bir kesit, iğdişi dumurla bezedeği yaşamından ( başka kelime bulamadım)

Sorsan der ki;


Günaha bulanmış gençliğim..

Laf geçiremediğim nefsim ( aslında söylemek istediği: çüküm.)

Şükür ki kurtuldum, aydınlandım, doğruyu, hakikati! buldum..

Haaa..

Ayrıca aklı(!) kullandım!..

Adamın CV'si bundan ibarettir işte.



Yoksa ne kağıt üzerinde afacan bir korsan gibi yüzdürdüğü suluboya fırçası, ne meraklı şekillenişlere gebe bir parça hamur..

Yoktur.

Ya da kumpanya çadırında kıpır kıpır..

Çocuk yaşta yanağından makas alan o büyülü, safiane kadın..

Yok.

Sanki doğaya hiç bakmamıştır.

Usul usul yol almaya çalışan bir salyangoz'un, periskop gibi yükselttiği gözleri..Veyahut bir kirpinin sırtıyla tezat teşkil eden o neşeli yüzü, hiç yer almamıştır belleğinde.

Zaten bunlara salyangoz desen;

Mahallesinde sattırmayacağıdır anlayacağı.

Yok işte.

Yoktur bunların hiçbiri.

Çünkü o bi kere erdi ya hidayete..

Büyük işlerin adamıdır artık.

Kainatı okur, ilişki uzmanıdır, ahlak pehlivanıdır.

Kelime kökü mühendisliği de cabası.

Hiç olmadığı ve belki de olamayacağı ne varsa..

Hepsinde icra makamı.

Hay maşallah.

Lakin gün geçmiyor ki, bunca "hakikate" vakıf oldukları halde bi türlü laf geçiremedikleri kamil çükleriyle sahne almaktan imtina edebilsinler..

Birisi, salyangoz sattırmadığı mahallesinde 13 yaşında çocuğu minibüsüne atıp tecavüz eder.

Öbürü baldıza atlar.

Beriki şort giydi diye gençecik kıza uçan tekme sallar.

Manifesto da hazırdır;

Kadın kendini bilirse, örtünecektir zaten.

Hani "aklı" kullanmak gerekiyordu ya..

O hesap.

Gerzeklerin kurumuş ekmeğine kaldık yine..

Tıpkı 29 yıl öncesinde zihnimde kalan bir enstantane gibi.

İskenderun Soğukoluk yaylasında.. ne kadar varsa kerhane pavyon filan.. hepsini  öğretmenevi'ne çevirdiydi Kenan Evren..

Ve ben henüz 14 yaşındaydım ki, bir kaç günlüğün konakladık bu otellerden birinde, babamla birlikte.

Görevli bize odayı gösterdi.

Odada banyo da vardı.

Adam şöyle bir baktı, oracıkta gözüne bişey çarptı.

Sonra döndü babama, "Abi görüyor musunuz?" dedi..

-Neyi?

(kurnayı işaret etti)

-Eee?

-Zina etmenin günahından korkmuyorlarmış ama, gusülsüz kalmanın günahından korkuyorlarmış baksana!..

!

Adamın kurnayla ilişkisi buydu..

İhtiyacımruhunaeysuylayıkanmışbeden.

Çünkü neden?

Aklını kullanmıştı da ondan.

23 Eylül 2016 Cuma

23 Eylül, Taylan


Bugün, Taylan Özgür'ün katledilişinin 47. yıldönümü.

İstanbul'da, beyazıt'ta güpe gündüz vurulan, silahsız ve yaralı olduğu halde hastaneye kaldırılmadan sorguya alınan..

Sen misin Vietnam kasabı Amerikan büyükelçisinin arabasını yakan!

Topluca katledilecek bir kuşağın ilk düşeniydi Taylan.

Böyle geriden bakması ne garip..

Yaşasalar, iki yaş genç olacaklardı babamdan.

Oysa hep yirmili yaşlarda kaldılar.

Bazen "kime" baktığını bilemiyor insan.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Ein kleines Manifest über hippie bewegung


Hippiebewegung ist eine art antimilitaristische bewegung, die gegen den krieg in Vietnam und den United States, die immer aus imperialistischen instinkten und motiven handelt, gerichtet ist.



Die Jugend hat den weg gewählt, mit allen arten von drogen und LSD all das böse in dieser Welt zu vergessen (!)

Der erste Schritt ist doch Rockmusik und einfach Sex.

Während diese Jugend durch solche mottos wie "Make Love not War" oder "Peace", gegen alle art von moralischen werten, die sie von ihren eltern und grosseltern erhalten haben, protestierte, haben sie die konzeption von familie und staat, die sowieso ineinander verbunden sind, eliminiert.

Als weitere folgererscheinungen dieser bewegung kamen bikinis und eine nacktheit, die damals so auf dieser welt unvorstellbar war, und die verneinung einiger anderer traditionellen moralischen werte.



Der wichtigste faktor, der diese (extreme) reaktion rechtfertigt, war (ist) der krieg.

Wenn es krieg gibt und wenn die menschen sterben und andere töten, könnte sowieso gar kein moralischer wert existieren, der übrig bleiben könnte.

Wenn eine familie ihren sohn in den krieg schickt und gleichzeitig zu ihrer tochter sagt, bleib jungfraeulich, wird diese familie den grund dafür nicht richtig erklaeren können.



Wenn moral da ist, damit man existieren kann, woher kommt dann krieg und warum?!

Typische Paradoxie der doppelten Moral und Ethik.


20 Eylül 2016 Salı

Bi facebook, bi ben, bi banka..

Beni en çok düşünen facebook sanırım..

Hergün ne düşündüğümü soruyor.

İstisnasız soruyor. 

Konuş diyor, anlat diyor, hemen diyor!

Hani ne biliim, bazen telefon bankacılığı yaparken araya reklam sokuyorlar.. Ona benzettim.

Sen müşteri temsilcisine bağlanmak için yardırırken, arkada konuşuyo hatun;

Sayın müşterimiz, bankamızın "size özel" ( bi tek bana özel yani, vay a.q:) ve "cazip" kredi fırsatlarından ( hem cazip hem mangır durumları anadınmı, oooh yeme de yanında yat vesselam) yararlanmak istiyorsanız...

Evet? ...HEMEN(!) dokuza a basın!..

Sonra bassam olmaz mı?

Olmaz!

Aman ha "hemen" basın , zinhar yarına bırakmayın!..

İçerledim tabi..

Babama gittim, at bi ellilik desem sen bile bu kadar hızlı cevap vermezsin dedim.

O da gözüme baktı;

Oğlum, dedi.. şeytan marka giyer..

He he :)

Neyse, biraz manyamış durumdayım, hikayenin anafikrini de başkaları çıkarsın, hahaha :)




:)

19 Eylül 2016 Pazartesi

Pompei: teolojik science-fiction/drama Part II

Pompei;

Hani şu , çocukluğumuzdan beri, hemen hepimizin kulağına ulaşmış bulunan onlarca "sapıtık kavim" ve "helak" hadisesinden bir tanesi..

Kaptan Kusto ile aynı terazide tartılabilecek, bir başka teolojik science-fiction tecavüz meselesi.

İşte tam da bu açıdan, başlı başına bir incelemeyi hakediyor bu hikaye.

Çünkü;

Tarih'i "hiçlemenin", veya "tarihte ne/nasıl yaşanmıştır" sorusunun zerre önem arzetmediği bir histerinin nelere kadir olabileceği ve bu cinnet halinin başka ne tür manyaklıklara yol verebileceğinin kusursuz bir örneğidir Pompei..

Hikaye malumunuz;

Arada bi dellenen ve bu öfke ve yıkım krizleriyle tanınan yüce rabbimiz, bu kez de İtalyanın Napoli körfezi kıyısında yer alan malum şehre dikmişti gözlerini.

Çünkü o günün şartlarında ( M.S.79) yeryüzündeki en hain, en sapkın, en sapıtık ve en kudur-ül kuddik toplum olarak, yüce rabbimizi çok kızdırmıştı Pompei ve avanesi.


Kudur-ül kuddik'lik işte böyle melanet bişeydi.

Amanin yoldan çıkmışlardı, amanin seks manyağı olmuşlardı, amanin şarabın dibine vurmuşlardı.. Hay bin kunduz, sanki ahlaksızlıkla yarışıyorlardı.. erkekler bile birbirine çakıyordu..uuiii!!..

Hmm.. Sen misin bunları yapan, al sana helak!
Vay anam, hem de nasıl bir helak..

Cehennemin magması, yıldırım hızıyla üzerlerine kargolanmıştı sanki..

Öyle ani, öyle apansız, öyle şiddetli.. öyle ki; ne olduğunun farkına bile varamamıştı bu ahlaksız şehrin sakinleri.. Kimi evde, kimi yatakta, kimi uykuda.. kimi sokakta, kimi tarlada, kimi kumsalda.. Bir anda geberip, taştan heykeller gibi kaldılar o anda..

Daha neler neler..

Arkeolojik buluntular üzerinden en bilimsel çemkirmeler..

Bakın efenim, bakın taşlamış insan figürleri.. Bakın, bakın.. adam burda otururken bi anda şoolmuş.. herhangi bir kaçma, kaçınma hareketi bile yapamamış...... Diğeri biraz ötede, mutfakta öyle sakin.. sanki o anda dona kalmış...

!
Hikaye böyledir işte.

Azıtmış, sapıtmış bir topluluğun "helak" kararı alınmış ve bu karar öyle bi sokulmuştur ki uygulamaya... Hani nası derler; vzzztt erenköy!..  misali.. bi anda çökmüştür dağa taşa.

E bu kadar abuzittinlik yeter ama :)

Apolojinin temel prensiplerinden birinin ( kutsal metinlerin klavuzluğu olmadan tarihi ve tarihsel verileri analiz etmenin imkansızlığı prensibinin) olanca manyaklığıyla sahne aldığı bu sirkten kurtulamanın.. vakti gelmiştir sanırım.

Buyrun coğrafya ve tarih aşağıda; Yazımızın bundan sonraki kısmını haritaya bakarak takip edebilirsiniz naçizane.



Öncelikle mekan ve zaman:

Pompei,  M.S. 79 itibariyle ( patlama tarihi) nüfusunun yirmi bin civarında olduğu tahmin edilen, İtalya çizmesinin batı kıyısında bir şehirdi.

Vezüv'ün güneydoğu eteklerinde yer alıyordu.

Ayrıca, bölgedeki tek şehir de değildi.

Hemen yakınlarında, 5 ile 15 km arasında değişen mesafelerde, Oplontis, Stabiae ve Herculaneum gibi başka yerleşim merkezleri mevcuttu.

Bugünkü Napoli ise, hala aynı yerinde ve kuzeybatıdaydı.

Lakiin.. Hikayemiz açısından oldukça önem arzeden ( ama her nasılsa pek de bilinmeyen) asıl mekan ise, doğu batı ekseninde uzanan deniz (napoli körfezi) ile birlikte Pompei'nin tam karşısında, yaklaşık 20 km. mesafede yer alan "MİSENIUM" şehridir. ( bakınız harita)

Çünkü Pompei'nin asıl hikayesi, gerçekten ( yani gerçekten) burada yazılmıştır.

Pompei üzerine bol keseden helak melak yağdıran dinci tayfa, muhtemeldir ki bu detayı hiç bilmezler.

Oysa;

Vezüv'ün patlayışı ve akabinde gelişenler, yaklaşık 20 km uzaktan Pompei'yi gözlemleme imkanına sahip bulunan Misenium'daki Roma Donanma Komutanı Gaius Plinius Secundus'un yeğeni olan Galius  Plinius Caecilius tarafinden harbi harbi kaleme alınmış ve mektuplar halinde akratılmıştır Roma'ya.

Bu mektup ve anlatılara çok daha ayrıntılı bir şekilde değineceğiz ilerde, ama şimdilik meşhur kent Pompei'nin o dönemki sosyo-ekonomik yapısı ve dokusuna bakalım biraz.

Pompei ekonomik açıdan aktif bir şehirdi. İşyerleri, tüccarlar, liman vesaire... Lakin, Roma imparatorluğunun bir parçası olarak, mevcut bütün ekonomi-politik, "köle emeği" üzerinden hayat bulmaktaydı.

Bir kısım yönetici aile, birkaç düzine roma askeri, bazı ayrıcalıklı ve yabancı tüccarlar ( ticaret yapabilmek için Roma'nın icazeti gerekliydi), ve şehre yayılmış onlarca ticarethanenin sahibi olan bir kaç soylu asilzade.. Hamamlar, çarşı, pazar, eğlence yerleri, çamaşırhaneler.. ( Mesela çamaşır yıkama işi oldukça karlı bir işti ve yağlı lekeleri çıkarabildiği için temizlik sırasında insan idrarı kullanılmaktaydı. Merkezi Roma hükümeti de bunun farkındaydı ve önemli bir maddi gelirin olduğu bu yerlerde "idrar vergisi" bile uygulanmaktaydı)

Ama tüm bu bokun sidiğin içinde çalışan -hatta çalışmaktan bi-hal olup geberenler- kimdi.. ?

Köleler elbet..

Kabaca bir yaklaşımla, yirmibin civarında nüfusu olan şehrin, muhtemelen %50'den fazlası kölelerden oluşmaktaydı.  ( Yaşı 8-9 un altında olan "günahsız" çocukları saymıyorum bile)

Üstelik bu yeni bir şey değildi.

Roma zaten -ve kendini bildi bileli- hep böyleydi.

Tıpkı Mısır gibi, Roma İmparatorluğu da köle emeği, kanı ve iş-gücü üzerinden işleyen bir medeniyetti.

Demek ki neymiş?

O çok yüce Rabbimiz, dübürden sikiş yapmak ve fena halde içki içmek suretiyle kendisini sinir eden oldukça küçük bir azınlık için, aralarında çoluk-çocuk, yaşlı, genç, kadın , hasta ve hatta sokak köpeklerinin de bulunduğu büyük çoğunluğu (binlerce insanı) üzerlerine ateşler salıp yola getirme yönünde bir karar almıştı..

Çok mantıklı ve adaletli di mi ?

Ne demezsin..

Garibim köleler.. Tanrının yolladığı helak bile onları buldu.

Kızsak mı yoksa ibret mi alsak.. ( bilemedim inan)

İşte hikayemiz, tarihte sahne alışı itibariyle, böyle bir coğrafya ve ekonomik-kültürel formasyon içinde yaşandı.

Ve okuyalım bakalım, ne demiş Gaius Plinius Secundus'un yeğeni olan Galius  Plinius Caecilius, o günü anlatırken yazdığı mektupta;

" 24 ağustos günü ( vezüv'ün patlama günü) saat öğleden sonra bir civarında, annem O'na ( amcası Gaius Plinius Secundus'a) körfezin karşı ucunda çok tuhaf ve çok büyük boyutta bir bulut gördüğünü söyledi. Sonra bu bulut daha da garipleşti ve güneşin önüne de kapayacak şekilde genişledi. Amcam bu manzarayı gördükten sonra, önce soğuk suyla kısa bir banyo yaptı, ardından hafif birşeyler atıştırdı ve doğruca kütüphanesine koştu." ( kaynak: Gaius Plinius Ceacilius, 6. kitap 20. mektup * yanılmıyorsam)

Şimdi burada hemen bir parantez açalım..

Kimdir bu "hemen kütüphaneye" koşan Gaius Plinius Secundus ve "neden" kütüphaneye koşma gereği duymuştur o anda?

Efenim kendileri, o tarihte Misenium'da bulunan ( Ltf yukardaki hariya bakın. Misenium denilen şehir, az önce belirttiğim gibi, Napoli körfezinin öte ucunda, tam da Pompei'nin karşısında yer alan bir başka kıyı kentidir) Roma donanmasının komutanı olan şahıstır.

Lakin, sadece bir asker değildir..

Aynı zamanda oldukça meraklı ve çalışkan bir tabiat bilgini olarak nam salmış , hatta "Naturalis Historia" (Doğa Tarihi)  isimli ansiklopedik bir kitap bile kaleme almış olan bir bilim insanıdır.


Haliyle, hemen kütüphanesine koşmuş ve bu tür bir tabiat hadisesi karşısında kendisine yol gösterebilecek bir "bilgi" aramıştır?

Neden mi?

Çünkü Romalılar o güne kadar "yanardağ" nedir, nasıl birşeydir.. zerrece bilgi sahibi değillerdi.

Ne görmüşlerdi, ne duymuşlardı..

Aynı şey, Pompei sakinleri için de geçerliydi.

Bilmezlerdi yani.

Hatta o kadar bilmezlerdi ki; o tarihe kadar latince'de "yanardağ" diye bir kelime bile mevcut değildi.

Tabiat bilgini olan amca Gaius da , karşılaştığı manzara hakkında kütüphanede bişeyler bulamadı tabi..( böyle bir şey dünya tarihinde sanki ilk defa cereyan etmekteydi)

Peki sonra ne yaptı? Onu da Yeğen Gaius'tan dinleyelim yine;

"..Amcam bu devasa bulutu daha iyi izleyebilmek için dışarı çıktı, yüksekten bakabileceği bir yer aradı. Başlangıçta, bu bulutun/ dumanın Vezüv'den kaynaklandığını bilmiyorduk/ anlamamıştık. Nerden geldiği/ nerden çıktığı belli değildi, sadece dağın üstünden yukarı doğru genişlemeye ve büyümeye devam ediyordu. Bir süre böyle devam etti.. Sonra , ya havadaki ruhlar (tanrılar)ın etkisiyle, ya da kendi gövdesini taşıyamayacak kadar ağırlaşıp irileşmesi nedeniyle, kenarlarından tekrar aşağıya doğru çökmeye başladı..Bazen beyaz-aydınlık görünüyor, bazense koyulaşıyor ve karanlıklaşıyordu. Bu haliyle "fıstık çamı"na ( fine tee) benziyordu .."


Amca Gaius bu kadarıyla da yetinmedi.

Askerliğinin yanında bir doğa bilgini olmasını sağlayan o yoğun merakı, tabiat ve tabiat olaylarının mahiyetini çözmeye yönelik gözlem ve inceleme arzusuyla ( ki o güne kadar buna benzer birşeye sadece kendisi değil, hiçkimse şahit olmamıştı) daha yakından bakmak istedi manzaraya.. Ve bu amaçla, emri altındaki donanma subaylarına talimat vererek kayıklar ve gemiler hazırlattı. Körfezin batı tarafından denize açılacak ve Pompei kıyılarına yaklaşacaktı.

Öte yandan, Yeğen Gaius'un mektubundan da farkedildiği üzere, başlangıçta bu devasa duman ve bulut kütlesinin  vezüv ile ( ya da bir başka dağ ile) olan ilişkisi anlaşılmamıştı..

Karşıda bir kaç sıra dağ ve bunların üzerinde peydahlanmış devasa bir duman-bulut tabakası, inceleyebilecekleri tek şeydi.. Amca Gaius da doğal olarak, yakından -ve sürekli daha yakından- izlemek istemişti bu fenomeni.

Gemiler yola çıktı.. İçlerinden birinde Gaius da vardı. Kimi rivayetlere göre, pompei ve herkulaneum kıyılarına (bknz. harita) erken saatlerde ulaştırılan bazı gemiler sayesinde pek çok insan kurtarıldı. Ama felaketin henüz başlangıcıydı..

Ki bu felekatin binlerce kurbanı arasında, yukarda öyküsünü aktardığımız Roma donanma komutanı ve tabiat bilgini  Gaius Plinus Sekundus da vardı.

Kendisinin ölüm tarihi , Pompei 'nin yıkım tarihi ile aynıdır..  Vezüv'ün patladığı o gün, yani M.S. 79'un  24 Ağustos'unda, biraz da bilim ve araştırma aşkının kurbanı olarak hayatını kaybetmiştir aslında..

Zaten yukarda bölüm bölüm alıntıladığımız yeğen Gaius'un mektupları da, kendisine sonraki günlerde amcasının nasıl öldüğünü soran akrabalarını bilgilendirmek maksadıyla kaleme alınmıştır.

Yine bu mektuplara bakılırsa, Amca Gaius kendisine eşlik eden asker ve kölelerinin uyarılarına rağmen, her seferinde daha yakından görmek istediği buluta doğru büyük bir merakla yaklaşmış, bir ara arkasındakilerle mesafeyi oldukça açmış, sonra bi an nefes alamamış ve olduğu yere çöküp kalmıştır. Bugünkü bilgiler ışığında, muhtemelen zehirli bir gaz ( örn. metan) rüzgarının altında oksijensiz kalarak hayatını kaybetmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Neyse çok uzatmayayım.. amcasının aksine manzaraya uzaktan şahitlik eden yeğen Gaius ( o tarihte 17 yaşındaydı), vezüv'ün başına gelenleri en ufak detayına kadar anlatıp durmuştur gün boyunca.. Ve yaklaşık 2000 yıl öncesinden bugüne ulaşan mektupları sayesinde, günümüz modern jeofizikçileri açısından mucizevi değerde gözlem notları bırakmıştır geride.. Felaketin takip eden saatlerinde bu devasa bulutun nasıl yayıldığı, ardından yaşanan magma fışkırması, patlamanın etkisiyle dağın yamaçlarından aşağıya uzanan ve uzaktan bakıldığında sanki dağın bir tarafı çökmüş de akıyormuş/kayıyormuş izlenimi veren duman, basınç ve kül dalgası.. Hepsini anlatmıştır ince ince..

Hatta o kadar detaylı ve incelikli bir anlatımdır ki bu, bugün jeofizik alanında bu tür büyük yanardağ patlamalarına , Gaius Plinius' un anısına "plinian patlama" (plinian eruption) adı verilmiştir.

Gelelim Pompei ve çevresine..

Özellikle son 10-15 yılda yapılan çalışmalar, -günümüz teknolojisinin de yardımıyla- M.S. 79 da gerçekleşen Vezüv patlamasının öncesini, gelişimini, etki alanını, sonuçlarını, ve hatta kimlerin nerde nasıl öldüğüne dair en ufak ayrıntıları dahi açıklayabilecek bir mahiyete ulaşmıştır. Arkeolojik kazılardan elde edilen materyallerin labaratuvar incelemeleri, örneğin bulunan sünger taşları veya magma parçalarının elementer düzeyde analizleri, patlama anındaki magma hızını bile hesaplanabilir kılmıştır. ( saatte 250-300 km olarak hesaplanmıştır, oldukça yüksek bir hızdır)

Dahası, felaketten yaklaşık 50 yıl öncesinden başlayarak, patlama tarihine kadar yaşanan pek çok jeolojik hadise/ değişiklikle birlikte ,Vezüv'ün adeta "ben geliyorum" dediği sayısız kanıt bulunmuştur.

Örneğin, yeraltında genişleyen magma haznesinin etkisiyle kabaran toprağın deniz tabanını yükseltmesi, ve bunun sonucunda sahil kenarındaki evlerin ilk katlarının su altında kalması, yıllar içinde deniz suyu ve dalgalarıyla yavaş yavaş aşınan bina temelleri ve duvarları, takip eden dönemde sahile inşa edilen bentler vs.. Hepsi ortaya konmuştur.

İşin özeti;

Vezüv çapında bir yanardağ nasıl patlaması gerekiyorsa, aynen o şekilde patlamıştır.

Bütün "öncül" ve "doğal" işaretleriyle, yıllar içinde adeta gelişini haber vererek. ( yoksa ol dedim ol!.. ya da hadi patla bakem modunda değil annadınmı:)

Daha da ilginci, Pompei bölgesinde yapılan son kazılarda elde edilen bazı iskeletler, ilk başta M.S. 79'a ait olarak düşünülmüş, lakin gerek buluntuların gerekse kemiklerin üzerini kaplamış sünger taşlarının karbon testlerinde çıkan sonuçların çok daha eski bir tarihi ( bronz çağını) göstermesiyle, Vezüv'ün aslında Pompei'yi ve bölgesini haritadan silmeden nerdeyse iki bin yıl kadar önce, bir başka patlama daha gerçekleştirdiği keşfedilmiştir. İşte bu keşif, jeologlar açısından bir devrim niteliğinde kabul edilmiştir. Ve takip eden çalışmalarla birlikte,  M.Ö 1700-1800 civarında, yine aynı bölgede yaşanan benzer felaketin izleri sürülmüş, hatta bölgeyi terkeden popülasyonun göç yolları ve bunları ait kalıntılar da bulunmuştur.

Neymiş...

Demek ki yüce rabbimiz, her iki bin yılda bir Pompei ve çevresini düzenli olarak helak etmekteymiş..

Roma tabiyetindeki Pompei'den önceki kurbanlar ise, bronz çağının başka "ahlaksız" ve "sapıtıkları" imiş..

Tabi, taaabi :)

Gelelim şu heykelleşen insanlara ve diğer ayrıntılara.. ( bknz efenim, sanki hareket bile edememişler,  bi anda taş kesilmiş gibiler, en ufak bi sakınma hareketi bile göstermemişler  vesaire meselelerine)

Bu ve benzeri bütün "sallamalar" da, baştan aşağı saçma-sapanlık şaheserleridir.

Herşeyden önce, Pompei'de ölenlerin yalnızca bir kısmı "taşlaşmıştır"

Bununla birlikte, taşlaşma formasyonuna uğramadan ölüp, geride bildiğimiz kuru iskeletini bırakan binlerce kurban daha vardır.

Hele ki bazıları, bu kadarını bile bırakamamıştır.

Bunların hepsinin kendine özgü sebebi vardır (ve özellikle ) olay anında kurbanların bulundukları yer ile alakalıdır.

Vezüv, dumanlarını gökyüzüne devasa bir fıstık çamını andırır biçimde fışkırttığında, bu büyüklükte bir kül ve duman tabakası öncelikle güneşin önünü kapamış ve ortalık gündüz vakti gece gibi olmuştur.

Hemen ardından, atmosferin üst tabakalarına doğru büyük bir hız ve ısı ile yayılan bu kül ve gaz karışımı, ani soğuma ve basınç etkisiyle topaklaşmış, ve bugün " sünger taşı" olarak tarif edilen partiküller halinde şehrin üstüne yağmaya başlamıştır.

Yollar, sokaklar, evlerin çatıları.. her yer, kül, moloz ve sünger taşlarıyla kaplanmıştır.

İnsanlar , o güne kadar hiç bilmedikleri böyle dehşetli bir tabiat hadisesi karşısında ( gündüz vakti kararan ortalık, üzerlerine çöken devasa bir bulut , patlamaların korkunç gürültüsü, eşlik eden sarsıntılar, gökten yağan kül, moloz, vesaire..) panikle sağa sola kaçmaya başlamış, bir kısmı liman ve sahil tarafına çoğunluk ise zorunlu ve doğal olarak evlerine sığınmıştır.

Bazı evler ve barakalar ( köleler ve düşük tabakadakilerin yaşadığı barınaklar) gerek yağan sünger taşları ve kül, gerekse patlamaya eşlik eden sürekli depremler nedeniyle çökmüş ve binlerce insan zaten yaşadığı evin altında kapalı kalmıştır.

Daha dayanıklı (mermerden) evlerde yaşayan soylu ve zengin sınıf  nisbeten daha şanslıdır. En azından yıkılan bir evin altında kalmamışlardır. Lakin sokakları ve her yeri kaplayan (yaklaşık 50 cm kalınlığındaki) kül ve moloz tabakası karşısında, onlar da çaresizce beklemiş ve dışarı çıkamamışlardır.

Velem yekün, Pompei 'de can veren binlerce insan, bu şekilde sığındığı evde, barakada, villada tıkılı kalmak suretiyle sonunu beklemiştir. Ondan sonra artık gaz mı gelir, metandan mı zehirlenir, sıcaktan oksijensizlikten mi ölür..  Magma mı akar.. Hangisi varsa kaderinde, onu yaşamıştır.

Bu bakımdan, bugün bu dinci tayfanın inanılmaz bir cahillik ve arsızlıkla sıralayıp durdukları; bakın efenim anne kucağında bebeğiyle... öbürü yatağında, uyku anında.. beriki çömeldiği yerde.. sanki bir anda, vs. saçmalıkları karşısında sormak gerekir tabi; E nası ölecekti insan böyle bir ortamda acaba?!

Gelelim dışarıya;


Şu iki fotoğraftan da kolaylıkla farkedilebileceği üzere; ölenler "tek tip" ölmediler naçizane.

Örneğin Herkülenium ( bknz harita) sahilinde panik içinde toplananlar  (ki çoğunluğu kölelerdi) patlamayla birlikte dağdan aşağıya doğru akan binlerce derecelik bir kül, ateş ve gaz dalgasının, deniz seviyesinde karşılaştığı ani atmosfer basıncı ve ısı farklılığı nedeniyle, adeta duvardan seker gibi geri tepip, sahilde bekleyen kendilerini vurmasıyla ölmüştür.
Bu dalga, kaçacak başka yerleri olmadığı için kıyıda çaresizce bekleyen yüzlerce insanı , çok yüksek derecedeki kül ve partikül tabakası ile -sanki vücutlarını sıvamış gibi- yutmuş, eritmiş, ve/ ama sıvadığı bu bedenlerin dışında bir kabuk misali kalmıştır adeta. ( Bu figürlerin içi boştur çoğunlukla)

Zaten bu tür heykelleşmiş insan kalıntılarının büyük çoğunluğu Pompei'ye değil, 8-10 km uzaklıktaki Herkilenium şehrine ve onun sakinlerine aittir.

Öte yandan, hemen ikinci fotoğraftan izlenebileceği üzere, başka şekilde ölen yüzlerce/ binlerce insan da vardır. Örneğin yine kıyıda, ama açıkta beklemektense sahilin hemen dibindeki balıkçı sığınaklarına saklananlar.. ( Bunların tamamı kölelerdir)

İşte bu çaresiz insanlar, kapalı bir mekanda oldukları için akıp gelen kül ve ateş dalgası ile doğrudan karşılaşmamış/ temas etmemiş, lakin bu dalganın binlerce dereceye varan sıcaklığının etkisiyle, saklandıkları sığınaklarda, gerçek anlamda "haşlanarak" ve "pişerek" ölmüşlerdir.. Her birinin kafatasında bolca çatlak/ patlak izlenir, çünkü bütün vücutlarıyla birlikte beyinleri de haşlanmış ve genleşmek suretiyle kafataslarını infilak ettirmiştir. Bunlardan geriye kalanlar ise ( doğal olarak) heykelleşmiş bedenler değil , yalnızca iskeletleridir. Hiçbir yumuşak doku kalmadığı için, sadece iskeletleri günümüze ulaşabilmiştir.


Nihayetinde...

Yazı bir hayli uzun oldu.

Umarım derdimi anlatabilmişimdir:)

15 Eylül 2016 Perşembe

Freud, insan, tarih ve "ben"

Freud, bir kaç gün önce detaylıca anlatmaya çalıştığım vulger materyalizmi ( yani zihni süreçleri bütünüyle fizyolojik veya organik sebeplere indirgeyen anlayışı) açıkça reddetmiştir.

Ancak, vulger materyalizmi reddetmiş olması, freudculuk'un sağlam bir zeminde durduğu anlamına gelmez. Çünkü Freud, zihni faaliyeti, onu meydana getiren başka maddi/ sosyal şart ve sebeplerden de ayırmış ve bu şekilde "sübjektif" bir teori meydana getirmiştir.


Freud'a göre zihni faaliyet, maddi süreçlerle "yan yana" var olur ama bu maddi süreçlerden bağımsız ve bilinç ötesinde/altında/ dışında birşeydir.


Bilinçaltı denilen yer ise, saldırganlık ve zevk arzuları/cinsellik ile, zihnin adapte olduğu "realite ilkesi" arasında uzanan, adeta Pompei gibi, magma altında saklı, keşfedilmeyi bekleyen bir cephe bölgesidir.(Freud'un Pompei'ye olan ilgisi ve nerdeyse bir takıntıyı andıran yoğun merakı gayet iyi bilinir ve kendi teorisiyle benzerliği göz önüne alındığında hiç de şaşırtıcı değildir)


Freudculuk'a göre bu alan ( bilinçaltı) insanın bütün faaliyetlerini egemenlik altına alan, değişmez olan ve kaderi andıran zihni süreçlerin yatağıdır. ( Arada bir dışarı şarapnel parçaları fırlatır, Hekim'e kemik atar yani.. sonra hekim bu kemiği kapar, karbon testine sokar.. vesaire)

Şaka değil, cidden :)

Zaten bu "ciddiyet" nedeniyledir ki; Freud bütün zihni durumları, insanın bütün aksiyonlarını, bütün tarihi olayları ve sosyal fenomenleri bu psiko-analize bağlar.

O zaman da şöyle olur;

Demek ki fikri-ruhi ve herşeyden önce nüfuz edilemez olan bir id ve bilinçaltı, bildiğimiz herşeyin (insan soyu, bilim, ahlak, sanat, din, devlet, kanun, savaşlar ve bütün insanlık tarihinin) sebebidir.

Şimdi buna he demekle, insan medeniyet kuran, kültür üretiminde bulunan ve yarattığı kültürle (bilgi) doğaya karşıt müdahalede bulunabilen tek canlıdır, çünkü kendine özgü bir DNA'sı vardır (örn. kromozom 2) demek arasında hiçbir fark yoktur.

Biri biyolojik, diğeri psikolojik indirgemeciliktir. Hatta "indirgemeci olmanın ötesinde, tek başına ve mutlak bir şekilde ifade edildiğinde, bilakis yanlıştır!)

Mesela;


Napolyon'un ne işi vardı Moskova'da?

Kromozom 2'si vardı da ondan..

:)

Başka?

Ha bi de bilinçaltında saldırganlık ve zevk arzuları ile realite arasındaki dengeyi kuramayıncaa...

Aboooooo!

..filan:)

Peki ya Stalin, Hitler, Churchill, yenilerden corç dabılyu-buş?

Onlar da aynı efem..

Hem DNA, hem süpergo-id çekişmesi filan..

Tabi bu durum, eğer bir benzetme yapmak gerekirse, kırmızı gözlü ağaç kurbağası'nın nasıl kırmızı gözlü ağaç kurbağası olduğunu anlatırken evrimden ve mutasyondan bahsedip, ama beraberinde tabiatın değişken varlığını ve bu varlığa ait kanunların doğal seleksiyon üzerindeki belirleyiciliğini yok saymak gibi birşeydir.

Oysa tabiat şartlarındaki değişim, evrim potansiyelinin veya doğal seleksiyonun oraya veya buraya kaymasının altında yatan asli değişkendir.

Tabiatın varlığını ve diğer değişkenler üzerinde yarattığı değişken şartlanmışlıkları denklem dışında bırakırsanız, elinizde kalan şey "tabiatsız/maddesiz" bir evrim olur ki.. O zaman da çıkar birileri, efenim evrimi de tanrı yaptı filan der.. Örn. K. Miller. Evrimci bir katoliktir, ama insanı yaratmak için şempanzelerdeki iki kromozomun tanrı tarafından özellikle! kafa kafaya birleştirildiğine inanır..

Bir de bu ve benzeri söylemleri "tarih"e uyarlarsak... Evlere şenlik durumlar yaşanır..

Örneğin  "şiddet teorisi" ve "toplum"

Thomas Aquinus'a göre toplumun ortaya çıkışı, güçlü bir klanın zayıf bir klan üzerinde şiddet uygulaması ve onu köleleştirmesiyle/sömürgeleştirmesiyle başlamıştı.. 

Peki "şiddeti" yöneten şey neydi? Hangi parametreler "şiddetin" nesnesini, yönelimini ve tarih içindeki etkinliğini belirlerdi?.. Hayatta kalma ( nam-ı diğer üretim ilişkileri) bunun neresindeydi? Bunların cevabı Thomas Aquinus'ta yoktur tabi..... Yukarda dalga geçtiğimiz Napolyon hikayesinin bir benzeri işte.. ( Hani DNA'sı vardı? Yok yok.. bu kez "Şiddet"i vardı vesaire :)

Yanisi şu:

Homo-sapiens yazılımında şiddet satırlarının bulunması veya bulunuyor olmasının psikolojik veya biyolojik karşılığıyla "tarihsel" karşılığı aynı şey değildir. (Bireyin psikolojik tanımıyla tarihsel konumu arasındaki ilişki meselesinde de aynı durum izlenebilir. Birisi kendi başına ve kendi içinde bir inceleme alanı iken, diğeri "kültür ve tarih"in yaratıcısı olan öznenin asıl ( ve daha genel- kapsayıcı) resmidir.

Bu anlamda tekrar Freudculuk'a dönersek, "hakikatin" bilinçaltındaki gizliliğinin tezahürleri anlamında gördüğü kimi cinsel kondisyonları tahmin etmeye yönelik, serbest çağrışım, dil sürçmeleri, rüya analizleri, psiko-analiz gibi yöntemlerin kullanılması, öyle böyle bilimsel bir hava katsa da konuya..  Aslında tüm bunlar, kısır-döngü'nün (circulus vitiosus) en parlak örnekleri olmaya fazlasıyla adaydırlar.

Çünkü bilinçaltına atfedilen bu "yücelik" -ki en başta kendisi ispata muhtaçtır- her somut psiko-analiz durumunda, bizzat kendisi varsayıma dayanan keyfi ve subjektif yorumlarla "ispatlanır".

Ve hadi buraya kadar neyse desek bile, konumuzla bağlantılı olacak şekilde psiko-analizin bu subjektif metodunu bütün bir sosyal tarihe yansıtmak ve yukarda da belirttiğim üzre, bildiğimiz herşeyi (insan soyu, bilim, ahlak, sanat, din, devlet, kanun, savaşlar ve bütün insanlık tarihini) bireyin/toplumun/halkın bilinçaltı eğilimlerinin birer tezahürü olarak yorumlamaya kalkmak, laf ebeliğinden başka birşey olmaz.

Tıpkı Hiedegger'in tarihsellikten yoksun ve tam da bu "tarihsizlik" yüzünden özne'ye ait kimi subjektif duygulanımları temel bir varlık varlık doktirini haline getirip üfürebilmesi gibi..

Lakin doğal seleksiyon... yine de işleyecektir.



Heiddegger'in bilimsel soyutlamalar, ideoloji vs. şeklinde tanımladığı sosyal varlık putlarından kurtulunmadan ulaşılamaz dediği "o müthiş anlam"a inat, gidip nasyonal sosyalist olması gibi..

Ya da hüküm vermenin her türlüsünden kaçınıp tam bir zihin sükunetine (ataraksiya'ya) ulaşmayı salık veren antik çağ şüphecilerinin kendilerinin bile, hüküm vermekten kaçınamadıkları gibi. (bknz: troplar)


14 Eylül 2016 Çarşamba

Ben - I


Felsefe'de "ben", aslında hep belli bir tayfanın işidir.

Kısa bir özet geçmek gerekirse;

Öznenin "aktif" ve düzenleyici "ana faktör" olduğunu ileri süren "idealist sistemlerin" topunun temel nosyonudur.

Çünkü bu top..(pardon nosyon:) Descartes'ten bu yana felsefi sistemlerin kurulmasında "köken" problemine sıkıca bağlıdır (hani herbişeyin en dibinin dibinde ne var aceba , hele ki mesele "ben" isem filan??)

Ve hemen yukarda belirtildiği üzere; böylesi "aktif" ve "düzenleyici ana faktör" olarak ilan edilmesi ve dahi bu ilanın doğası gereği : zihni melekelerin "mutlak" ve "bağımsız" taşıyıcısı olarak tarif edilir. (ben)

Hep izlediğimiz gibi yani, yine aynı histeri..

Mutlaklık, kesin bağımsızlık, vesaire..

Vardır, ordadır, ( sonra izahat başlar)  budur, çünkü böyledir.

Bu kadar :)


Tarihte ne olmuş.. geç onu.. nasıl hayatta kalınmış, boşver.. ekonomik formasyonlar, sittiret..

Delikanlı adam alkol alsa da delikanlıdır, katiyen sarkmaz sağa sola ve benzeri mündemiçliklerle dolu bi çalışma tarzıyla filan.. Möthiş bir şeydir annadınmı:)

Mesela Descartes'e göre BEN, rasyonalist düşüncenin sezgici ilkesidir ve düşünen cevherdir.

Fichte ise BEN'İ bilincin ahlaki faaliyeti olarak kabul eder.

Freud insanı biyolojikleştirir ve onu da ben ve üst-Ben'e ayırır.

Yeni-pozitivist ve varoluşçu pek çok akımda BEN'in mutlaklaştırılması çok daha barizleşir.

En uç nokta ise solipsizm'dir.
Kişinin kendi BEN'i dışında hiçbirşey yoktur veya yanılsamadır.

(Üstelik iş sadece felsefeyle de kalmamıştır. Özellikle 20. yüzyılda, tüm bu felsefi yaklaşımların her birine ait psikolojik ekoller de oluşmuştur. Ki bu durum, 19.yüzyıl sonunda belirginleşip  20.yüzyıl boyunca devam eden ve bir çığ misali büyüyen bilimsel, teknolojik gelişimlerle beraber düşünüldüğünde, aslında gayet normaldir. Neyin felsefe neyinse bilim olduğunun karman-çorbanlaştığı ve nerdeyse bütün bir literatürün kah felsefe kah psikoloji arasında gidip geldiği bir tarihsel dönemeçte... Normaldir işte:)


Marksizm ise BEN'in irrasyonalist tüm tanımlarını reddeder  ve der ki; Ben "beşeridir" ve bu beşeriliği ile bütün maddi ve manevi değerlerin yaratıcısıdır.

Yani;

Ne tek başına ve kendimizden bağımsız bir "ben", ne de bilincin ahlaki faaliyeti (Fichte) veya sosyal ilişkiler ve yaşanmışlıklardan ayrı bir yerde, tarih ve zaman üstü , kendinde kendi, saf, mutlak bir cevher şeklinde kabul edilebilecek bir BEN yoktur.


Oysa şu son cümlemde yok dediğim BEN, külli dini, mistik, spritüel inançların VAR dediği Ben'dir.

Tahrif edilmiş ben.... Unutulmuş ben.. yabancılaşmış/ yabancılaşılmış ben.. ermemiz gereken ben.. İçindeki "ötekiyle" (kim?) cebelleşen.. vesaire.

:)

Kolayca dikkatinizi çekeceği gibi, tüm bu söylemlerin ortak noktası: Ötelerde bir yerde (neresi belli değil) saf, aktif  ve kendinde kendi bir cevherin, mutlak ve bağımsız bir ontolojik hadise haline getirilerek yeniden yaratılması ve temel alınmasıdır.

Ne demiştik: Budur, çünkü böyledir.

Örneğin bu "ben" vardır ve yabancıdır.

Veyahut vardır ve yalnızdır..

İçimizdeki (?) "ben" olmayan öteki şey (?) ise... vesaire.

Kavram mutlaklaştırılır.

Gerisi bir güzelleme veya eğretileme sanatıdır.

Ya da, tanrının karşısına şeytanı çıkarmaktaki "maksat" la aynıdır.

Fark, kurgu itibariyle kaçınılmazdır.

O halde ben, farklıdır. Çünküüü;


 He he:)

Ben aslında, tüm bunların derin psikolojik kökenlerinde yatan şeyin "doğal olana" duyulan tedirginlik olduğu kanaatindeyim.

Misal;

Buyurdu ki sevgi topcuğu hazretleri efendi: bilinç soru sorar, sordukça daha bi batar, oysa sen tohumsun, karanlıkta kalman lazım ki aydınlanasın vs..

Bu ne la?

(Bknz bilimum spritüel konaklama tesisi, osho peygamber , carlosizm vesaire:)



Dediğim gibi, hemen hepsinin psikolojik örgütlenmesi vardır.

Lakin aslında hepsi, tıpkı freud'culuk gibi kendi kendini ispata muhtaçtır.

Ha ama eder de..

Kendini kendiyle.(circulus vitiosus)

Bilimum teolojik "ben"i saymıyorum bile..

Son olarak, bu "kavram senfonisi" içinde anlamlı (:) olabileceğini düşündüğüm ve bir başka başlıkta yazdığım bir cümleyi buraya aktarmam gerekirse;

Eğer insanlar, birbiri ardına ve sadece soyut mantıksal işlemler yapmakla kalıp, kendi kavramları ve faaliyetleri ile realiteden edindikleri algı arasındaki sürekli ilişkiyi hissetmemiş ve deneyimlememiş olsalardı, ne realiteyi ne de kendilerini anlayaıp kavrayabilmeleri mümkün olmazdı.


12 Eylül 2016 Pazartesi

Ahura Mazda - Angra Mainyu (hürmüz ile ehriman)


İlk kayıp, ilk kayıt, ilk günah: Ölüm, ceza, mükafat.

Neredesin ey fani?

Geceyle gündüz arasında;

Işık

Ses.

Ve hiç.

Bakire'den doğacak olanla baaki..

Zaruret-misali



                                "bir ayrılık, bir yoksulluk, bir eskatoloji"




10 Eylül 2016 Cumartesi

Bayram

Bayram geliyor yine..

Lakin iş-güç yüzünden ( profesyoneliz ya!) stressiz, lay lay lom bi bayram geçiremedik ve geçiremiyoruz yıllardır.

Sosyal medya'da sorup duruyorlar , hangi pencereyi açsan biri damlıyor o anda : Ne düşünüyorsun, nasıl hissediyorsun, hadi yaz, yaz :)



Hmm..

Hani bazen, aklımıza eser de kırmızı başlıklı kız masalındaki kötü kurt'u biyolojik moleküler olarak incelerken Trabzon Avni Aker stadyumuna bağlanıp dakika ve skor alırız ya...

Aha böyle hissediyom şu an.

Yine de herkese iyi bayramlar dilerim :)


Vulger materyalizm ( delikanlı materyalizm : )


Bir kavramın tarihsel mahiyeti neden önemlidir?
Veyahut bu tarihsel mahiyet göz ardı edilirse "güncel"e ait ne türlü "şaşılıklar" yaşanır/ yaşanabilir.. işte tüm bu ve benzeri soru(n)lar, felsefe tarihine "mizahi" linkler atabilmenin en biricik ve keyifli yoludur kanaatimce..

Tıpkı materyalizmin kendi tarihselliği üzerinden takip edilmesi ve bu izcilik faaliyeti sırasında karşımıza çıkan " vulger materyalizm" gibi.

Nam-ı diğer ( kendi tabirimle ve naçizane) en "delikanlı" maddecilik meselesi..

Şaka değil..

Öyle ki;

Günümüz mahallesinde karşımıza çıkan adama "aman ne feodal şeysin" dercesine sanki :)




Oysa bu,gerçekte ( ve gerçekten) böyle midir acaba?

Hani ne zaman bir din-iman tartışması açılsa; karşıdaki imamın ( veya papazın:) zaten siz materyalistler de insanı kan ve kemik torbasından ibaret gören ne ruhsuz (!) şeylersiniz vesselam!.. demesi gibi. ( Bakınız bilimum cemaat ve harun yahya tayfası)

Peki nedir aslında ,adı bile -en azından felsefe tarihindeki orijinal haliyle- bilinmediği halde, bu kadar "revaçta" ve "kullanımda" olan bu maddeci muamma?

Bugünkü yazımızda bunu irdeleyeceğiz naçizane, he he :)

Efenim, "vulger materyalizm" denilen şey, 19. yüzyıl felsefesi içinde,tabiat bilimlerindeki hızlı gelişmelerin ve ard arda gelen yeni buluşların, daha önceki dönemlere ait idealist ve dini görüşleri alt üst etmesinden cesaret alarak ortalığı yardırmış bir tepkidir aslında. ( özellikle de alman idealist felsefesine karşı)

Ki bu durum, tam da yazının başında söz ettiğimiz haliyle ( yani bu tarihsellik içinde) son derece normaldir.

Neden mi?

Çünkü özellikle o yüzyıllarda başlamak kaydıyla, tabiat bilimlerinde yaşanan "müthiş" gelişmeler, buluşlar, keşifler vs.nin etkisiyle (ki bu gelişmeler, bilimin bugün anladığımız anlamda bilim olmaya başladığı ve bu bağlamda kritik denilebilecek bir eşik'in aşıldığı bir muhtevaya sahiptir) yüzyıllar boyunca insana, topluma ve doğaya atfedilmiş hemen bütün felsefi/ idealist teorilerin "konkordata" ilanı benzeri bir durumla karşılaşmalarına neden olmuştur, deyim yerinde olacaksa..



Hatta bu etki ( daha doğrusu tepki) öyle dramatik bir çığlık ve inkara dönüşmüştür ki, o güne kadar "felsefe" diye pazarlanan ne varsa, bunların topunun koca bir "hilekarlık" veya "sahtekarlık" olarak görülmesine bile vesile olmuştur bir anlamda..

İşte benim, vulger materyalizmi "en delikanlı" maddecilik olarak payelendirmem tam da bu noktada anlam kazanır zaten.



Evet evet, en "harbi" ve en "bıçkın" delikanlıdır o, bunca manyaklık arasında.

Eğer karikatürize etmek gerekirse:
Ne mucizesi kardeşim, o magnetizma! Ya daaa..Ruh değil efenim, mıktanıs!.. lütfen!.. lütfeeaaeaann!.. vesaire :)

Lafın kısası; "Alem göt olmuş abi!!.."  ...demişlerdir aslında. Tabi ki "kendine özgü" anlamıyla :)


Zaten Vogt, Büchner, Moleschott gibi düşünürler de, hiç de haksız sayılmayacak bu ve benzeri gerekçelerle felsefi hilekarlık olarak nitelendirdikleri böyle bir geçmişin karşısına, biraz da bu hırs ( ve karşı söylemlerle) çıktılar.

Nihayetinde din ve bin kusür yıldır hristiyanlığın yetiştirmesi gibi büyütülmüş olan idealist felsefe ürünü tonla abuzittinliğin karşısında, keskinliği ve kesinliği su götürmez bir kılıcı andıran ve yenilmezce görünen "bilimle" silahlanmış bir vaziyette..

Felsefe yalan, tabiat burada şiarıyla..

Ve buradan başlamak kaydıyla, dur durak bilmeden devam etti seferleri.

Sorsan; hiçbir engel yoktu aşamayacakları.

Kılıçları keskindi.

Üstelik ( ve zaten) yalan dolandı öncesi.

Sonuçta; Bilinci ve sosyal fenomenleri bile, bütünüyle fizyolojik süreçlere indirgemeye kadar gitti bu pozitivist tepki.


Ağlıyorum çünkü hormonlarım var, böyle düşünüyorum çünkü şöyle şöyle bir iklimde yaşıyorum, konuşuyorum çünkü muz yiyorum.. gibi..gibi..

Ve düşüncelerimizi, duygularımızı, kavramlarımızı dahi içine alır bir biçimde, herbişeyin ( ama herbişeyin) mutlak belirleyicisi olan somut fizyolojik süreçleri arayıp durdular...arayıp durdular..

İşte tüm bu ahval ve şerait içinde, vulger materyalizmin en azından başlangıçtaki kabalığını, hatta aynı reaksiyoner tavır içinde hilekarlık olarak gördüğü felsefeyi bile reddedip kimi felsefi problemleri de yalnızca bilimsel somut araştırmalarla çözmeye kalkışmak gibi inatlarını bugün belki gülümsemeyle karşılarken.. bu "şekillenmeye" eşlik eden tarihsel inceliği göz ardı etmemek gerekir.


Gelelim, bu tarihselliğin okunmadığı durumda yaşanan saşılıklara..

Aslında, az biraz felsefe okumuş sıradan bir insan bile, vulger materyalizmin yukarda sıraladığımız haliyle tasavvur ettiği önerme ve genellemelerin, Marksizm'le ve diyalektik materyalist tarih anlayışıyla zerre alakası olmadığını görebilir.

Yani nedir?

Mesela; insan et, kan ve kemikten oluşmuş bir torba değildir :)

Veyahut;

Üzülürüz çünkü hormonlarımız vardır önermesi, son derce eksik ve indirgemecidir.

Yetmez yani bunlar, insanı, duyguları, düşünceleri vs. anlamaya.



Zaten; Marksist literatürdeki hiçbir kategori, aha budur, bu da bundan gelir şeklinde kaba bir nedensellikle ele alınmamıştır.

Önce mevcut soruya felsefenin temel problemi etrafında bir cevap verilir, ve/ama sonrasında bu cevabın ancak felsefenin temel problemi çerçevesinde anlamlı olduğu, öte yandan aynı kavram ve kategorilerin "pratikte" mutlak bir şekilde karşı karşıya getirilmesinin "ahmaklık" olduğu bile söylenir.

Bilakis, sebebin sonucu etkilediği kadar sonucun da sebebe etkidiği bir karşılıklı bağlılık içinde, ince bir dantela gibi dolanır realite. Örneğin Sosyal varlık-Sosyal bilinç ilişkisi, tekil-tikel-tümel ilişkisi, madde-bilinç ilişkisi, alt yapı-üst yapı, pratik ve teorik, vesaire..

Ama (ve hala!) ne zaman materyalizm konusu açılsa, birilerinin keh keh geğirip efenim zaten size göre insan sinir damar yumağından ibaret, amanin hormon topum bilinçsiz" molekülüm .. filan demeleri..

Hakkat enteresan bi "ruh hali" olmali :)

Benim çocukluğumda, arabeskçisi popçusu, türkücüsü fantezicisi, her yıl yeni bir albüm çıkarırdı.

Hiç şaşmazdı.

Yeni yıl, yeni albüm.

Şimdilerdeyse çok farklı.

Nerdeyse 4-5 yılda bir filan çıkıyor albümler.( hatta bazen daha da fazla)

Niye acaba?

Sanatçının siniri damarı hormonu filan bitmediğine göreee..

Ruhu bitmiştir kesin!

Hahahaha :)