15 Eylül 2016 Perşembe

Freud, insan, tarih ve "ben"

Freud, bir kaç gün önce detaylıca anlatmaya çalıştığım vulger materyalizmi ( yani zihni süreçleri bütünüyle fizyolojik veya organik sebeplere indirgeyen anlayışı) açıkça reddetmiştir.

Ancak, vulger materyalizmi reddetmiş olması, freudculuk'un sağlam bir zeminde durduğu anlamına gelmez. Çünkü Freud, zihni faaliyeti, onu meydana getiren başka maddi/ sosyal şart ve sebeplerden de ayırmış ve bu şekilde "sübjektif" bir teori meydana getirmiştir.


Freud'a göre zihni faaliyet, maddi süreçlerle "yan yana" var olur ama bu maddi süreçlerden bağımsız ve bilinç ötesinde/altında/ dışında birşeydir.


Bilinçaltı denilen yer ise, saldırganlık ve zevk arzuları/cinsellik ile, zihnin adapte olduğu "realite ilkesi" arasında uzanan, adeta Pompei gibi, magma altında saklı, keşfedilmeyi bekleyen bir cephe bölgesidir.(Freud'un Pompei'ye olan ilgisi ve nerdeyse bir takıntıyı andıran yoğun merakı gayet iyi bilinir ve kendi teorisiyle benzerliği göz önüne alındığında hiç de şaşırtıcı değildir)


Freudculuk'a göre bu alan ( bilinçaltı) insanın bütün faaliyetlerini egemenlik altına alan, değişmez olan ve kaderi andıran zihni süreçlerin yatağıdır. ( Arada bir dışarı şarapnel parçaları fırlatır, Hekim'e kemik atar yani.. sonra hekim bu kemiği kapar, karbon testine sokar.. vesaire)

Şaka değil, cidden :)

Zaten bu "ciddiyet" nedeniyledir ki; Freud bütün zihni durumları, insanın bütün aksiyonlarını, bütün tarihi olayları ve sosyal fenomenleri bu psiko-analize bağlar.

O zaman da şöyle olur;

Demek ki fikri-ruhi ve herşeyden önce nüfuz edilemez olan bir id ve bilinçaltı, bildiğimiz herşeyin (insan soyu, bilim, ahlak, sanat, din, devlet, kanun, savaşlar ve bütün insanlık tarihinin) sebebidir.

Şimdi buna he demekle, insan medeniyet kuran, kültür üretiminde bulunan ve yarattığı kültürle (bilgi) doğaya karşıt müdahalede bulunabilen tek canlıdır, çünkü kendine özgü bir DNA'sı vardır (örn. kromozom 2) demek arasında hiçbir fark yoktur.

Biri biyolojik, diğeri psikolojik indirgemeciliktir. Hatta "indirgemeci olmanın ötesinde, tek başına ve mutlak bir şekilde ifade edildiğinde, bilakis yanlıştır!)

Mesela;


Napolyon'un ne işi vardı Moskova'da?

Kromozom 2'si vardı da ondan..

:)

Başka?

Ha bi de bilinçaltında saldırganlık ve zevk arzuları ile realite arasındaki dengeyi kuramayıncaa...

Aboooooo!

..filan:)

Peki ya Stalin, Hitler, Churchill, yenilerden corç dabılyu-buş?

Onlar da aynı efem..

Hem DNA, hem süpergo-id çekişmesi filan..

Tabi bu durum, eğer bir benzetme yapmak gerekirse, kırmızı gözlü ağaç kurbağası'nın nasıl kırmızı gözlü ağaç kurbağası olduğunu anlatırken evrimden ve mutasyondan bahsedip, ama beraberinde tabiatın değişken varlığını ve bu varlığa ait kanunların doğal seleksiyon üzerindeki belirleyiciliğini yok saymak gibi birşeydir.

Oysa tabiat şartlarındaki değişim, evrim potansiyelinin veya doğal seleksiyonun oraya veya buraya kaymasının altında yatan asli değişkendir.

Tabiatın varlığını ve diğer değişkenler üzerinde yarattığı değişken şartlanmışlıkları denklem dışında bırakırsanız, elinizde kalan şey "tabiatsız/maddesiz" bir evrim olur ki.. O zaman da çıkar birileri, efenim evrimi de tanrı yaptı filan der.. Örn. K. Miller. Evrimci bir katoliktir, ama insanı yaratmak için şempanzelerdeki iki kromozomun tanrı tarafından özellikle! kafa kafaya birleştirildiğine inanır..

Bir de bu ve benzeri söylemleri "tarih"e uyarlarsak... Evlere şenlik durumlar yaşanır..

Örneğin  "şiddet teorisi" ve "toplum"

Thomas Aquinus'a göre toplumun ortaya çıkışı, güçlü bir klanın zayıf bir klan üzerinde şiddet uygulaması ve onu köleleştirmesiyle/sömürgeleştirmesiyle başlamıştı.. 

Peki "şiddeti" yöneten şey neydi? Hangi parametreler "şiddetin" nesnesini, yönelimini ve tarih içindeki etkinliğini belirlerdi?.. Hayatta kalma ( nam-ı diğer üretim ilişkileri) bunun neresindeydi? Bunların cevabı Thomas Aquinus'ta yoktur tabi..... Yukarda dalga geçtiğimiz Napolyon hikayesinin bir benzeri işte.. ( Hani DNA'sı vardı? Yok yok.. bu kez "Şiddet"i vardı vesaire :)

Yanisi şu:

Homo-sapiens yazılımında şiddet satırlarının bulunması veya bulunuyor olmasının psikolojik veya biyolojik karşılığıyla "tarihsel" karşılığı aynı şey değildir. (Bireyin psikolojik tanımıyla tarihsel konumu arasındaki ilişki meselesinde de aynı durum izlenebilir. Birisi kendi başına ve kendi içinde bir inceleme alanı iken, diğeri "kültür ve tarih"in yaratıcısı olan öznenin asıl ( ve daha genel- kapsayıcı) resmidir.

Bu anlamda tekrar Freudculuk'a dönersek, "hakikatin" bilinçaltındaki gizliliğinin tezahürleri anlamında gördüğü kimi cinsel kondisyonları tahmin etmeye yönelik, serbest çağrışım, dil sürçmeleri, rüya analizleri, psiko-analiz gibi yöntemlerin kullanılması, öyle böyle bilimsel bir hava katsa da konuya..  Aslında tüm bunlar, kısır-döngü'nün (circulus vitiosus) en parlak örnekleri olmaya fazlasıyla adaydırlar.

Çünkü bilinçaltına atfedilen bu "yücelik" -ki en başta kendisi ispata muhtaçtır- her somut psiko-analiz durumunda, bizzat kendisi varsayıma dayanan keyfi ve subjektif yorumlarla "ispatlanır".

Ve hadi buraya kadar neyse desek bile, konumuzla bağlantılı olacak şekilde psiko-analizin bu subjektif metodunu bütün bir sosyal tarihe yansıtmak ve yukarda da belirttiğim üzre, bildiğimiz herşeyi (insan soyu, bilim, ahlak, sanat, din, devlet, kanun, savaşlar ve bütün insanlık tarihini) bireyin/toplumun/halkın bilinçaltı eğilimlerinin birer tezahürü olarak yorumlamaya kalkmak, laf ebeliğinden başka birşey olmaz.

Tıpkı Hiedegger'in tarihsellikten yoksun ve tam da bu "tarihsizlik" yüzünden özne'ye ait kimi subjektif duygulanımları temel bir varlık varlık doktirini haline getirip üfürebilmesi gibi..

Lakin doğal seleksiyon... yine de işleyecektir.



Heiddegger'in bilimsel soyutlamalar, ideoloji vs. şeklinde tanımladığı sosyal varlık putlarından kurtulunmadan ulaşılamaz dediği "o müthiş anlam"a inat, gidip nasyonal sosyalist olması gibi..

Ya da hüküm vermenin her türlüsünden kaçınıp tam bir zihin sükunetine (ataraksiya'ya) ulaşmayı salık veren antik çağ şüphecilerinin kendilerinin bile, hüküm vermekten kaçınamadıkları gibi. (bknz: troplar)


2 yorum:

  1. https://www.youtube.com/watch?v=4CqCQH1pmRY

    YanıtlaSil
  2. Hükümsüzlüğün kendisinin bir hüküm verme biçimi olduğunı aslında ilk keşfedenlerdendir Freud. Mesela bastırma denilen durum tam da buna örnektir. Bastırılan her zaman farklı bir biçimde geri döner. Ruhu yıkan sessizlik veya şiddet olarak. İçerik değişir ama biçim kendine ait üslubunu devam ettirir. O yüzden freudcu rüya yorumu güzin ablanınkine benzemez. Rüyanın içeriğinden çok telafuz eden hastanın anlatma şekli önemlidir.
    Freuda dair bütün vulgar çeşitlemelerinin çoğuna katılamkla beraber kendisi 20. Yüzyılın althusserinden sartrına lacanından adornosuna kadar bütün felsefesini etkileyecek bi süreci başlatmıştır. Psikanaliz psikolojik veya epistemolojik olmak şöyle dursun, ben gibi bu alanlara ait olarak görülen kavramların hiçte özerk olmadığını diğer bir değişle öznenin varolduğu zannettiği müstakil evinde yabancı olduğunu bize hatırlatır. (Hatta id bu evdeki yabancı olma durmunu tanımlar tıpkı marx gibi).
    Söz konusu tarihsel süreçler cereyan ederken birilerinin bunları çerçevelemek zorunda olduğunu o yüzden, söz konusu durum veya olayın izini sadece ne veya nasıl ile değil aynı zamanda "kim söylemiş" sorusu ile de takip etmemiz gerektiğini salık verir psikanaliz. Konu freud biliorm ama freud belki yeterince freudcu olamamıştır. Onun anlatmak istediğini örneğin Lacan daha radikal boyutlarda ele alarak anlatır. Öyle ki bi süre sonra Marx bile Lacanın psikanalizyle ele ele verip Deleuze ve zizek gibi kabına sığmaz düşünürlerin değişmez uğrak noktaları olacaktır. Bazen konun sadece, mesafe olduğunu düşünüyor insan.

    YanıtlaSil