19 Eylül 2016 Pazartesi

Pompei: teolojik science-fiction/drama Part II

Pompei;

Hani şu , çocukluğumuzdan beri, hemen hepimizin kulağına ulaşmış bulunan onlarca "sapıtık kavim" ve "helak" hadisesinden bir tanesi..

Kaptan Kusto ile aynı terazide tartılabilecek, bir başka teolojik science-fiction tecavüz meselesi.

İşte tam da bu açıdan, başlı başına bir incelemeyi hakediyor bu hikaye.

Çünkü;

Tarih'i "hiçlemenin", veya "tarihte ne/nasıl yaşanmıştır" sorusunun zerre önem arzetmediği bir histerinin nelere kadir olabileceği ve bu cinnet halinin başka ne tür manyaklıklara yol verebileceğinin kusursuz bir örneğidir Pompei..

Hikaye malumunuz;

Arada bi dellenen ve bu öfke ve yıkım krizleriyle tanınan yüce rabbimiz, bu kez de İtalyanın Napoli körfezi kıyısında yer alan malum şehre dikmişti gözlerini.

Çünkü o günün şartlarında ( M.S.79) yeryüzündeki en hain, en sapkın, en sapıtık ve en kudur-ül kuddik toplum olarak, yüce rabbimizi çok kızdırmıştı Pompei ve avanesi.


Kudur-ül kuddik'lik işte böyle melanet bişeydi.

Amanin yoldan çıkmışlardı, amanin seks manyağı olmuşlardı, amanin şarabın dibine vurmuşlardı.. Hay bin kunduz, sanki ahlaksızlıkla yarışıyorlardı.. erkekler bile birbirine çakıyordu..uuiii!!..

Hmm.. Sen misin bunları yapan, al sana helak!
Vay anam, hem de nasıl bir helak..

Cehennemin magması, yıldırım hızıyla üzerlerine kargolanmıştı sanki..

Öyle ani, öyle apansız, öyle şiddetli.. öyle ki; ne olduğunun farkına bile varamamıştı bu ahlaksız şehrin sakinleri.. Kimi evde, kimi yatakta, kimi uykuda.. kimi sokakta, kimi tarlada, kimi kumsalda.. Bir anda geberip, taştan heykeller gibi kaldılar o anda..

Daha neler neler..

Arkeolojik buluntular üzerinden en bilimsel çemkirmeler..

Bakın efenim, bakın taşlamış insan figürleri.. Bakın, bakın.. adam burda otururken bi anda şoolmuş.. herhangi bir kaçma, kaçınma hareketi bile yapamamış...... Diğeri biraz ötede, mutfakta öyle sakin.. sanki o anda dona kalmış...

!
Hikaye böyledir işte.

Azıtmış, sapıtmış bir topluluğun "helak" kararı alınmış ve bu karar öyle bi sokulmuştur ki uygulamaya... Hani nası derler; vzzztt erenköy!..  misali.. bi anda çökmüştür dağa taşa.

E bu kadar abuzittinlik yeter ama :)

Apolojinin temel prensiplerinden birinin ( kutsal metinlerin klavuzluğu olmadan tarihi ve tarihsel verileri analiz etmenin imkansızlığı prensibinin) olanca manyaklığıyla sahne aldığı bu sirkten kurtulamanın.. vakti gelmiştir sanırım.

Buyrun coğrafya ve tarih aşağıda; Yazımızın bundan sonraki kısmını haritaya bakarak takip edebilirsiniz naçizane.



Öncelikle mekan ve zaman:

Pompei,  M.S. 79 itibariyle ( patlama tarihi) nüfusunun yirmi bin civarında olduğu tahmin edilen, İtalya çizmesinin batı kıyısında bir şehirdi.

Vezüv'ün güneydoğu eteklerinde yer alıyordu.

Ayrıca, bölgedeki tek şehir de değildi.

Hemen yakınlarında, 5 ile 15 km arasında değişen mesafelerde, Oplontis, Stabiae ve Herculaneum gibi başka yerleşim merkezleri mevcuttu.

Bugünkü Napoli ise, hala aynı yerinde ve kuzeybatıdaydı.

Lakiin.. Hikayemiz açısından oldukça önem arzeden ( ama her nasılsa pek de bilinmeyen) asıl mekan ise, doğu batı ekseninde uzanan deniz (napoli körfezi) ile birlikte Pompei'nin tam karşısında, yaklaşık 20 km. mesafede yer alan "MİSENIUM" şehridir. ( bakınız harita)

Çünkü Pompei'nin asıl hikayesi, gerçekten ( yani gerçekten) burada yazılmıştır.

Pompei üzerine bol keseden helak melak yağdıran dinci tayfa, muhtemeldir ki bu detayı hiç bilmezler.

Oysa;

Vezüv'ün patlayışı ve akabinde gelişenler, yaklaşık 20 km uzaktan Pompei'yi gözlemleme imkanına sahip bulunan Misenium'daki Roma Donanma Komutanı Gaius Plinius Secundus'un yeğeni olan Galius  Plinius Caecilius tarafinden harbi harbi kaleme alınmış ve mektuplar halinde akratılmıştır Roma'ya.

Bu mektup ve anlatılara çok daha ayrıntılı bir şekilde değineceğiz ilerde, ama şimdilik meşhur kent Pompei'nin o dönemki sosyo-ekonomik yapısı ve dokusuna bakalım biraz.

Pompei ekonomik açıdan aktif bir şehirdi. İşyerleri, tüccarlar, liman vesaire... Lakin, Roma imparatorluğunun bir parçası olarak, mevcut bütün ekonomi-politik, "köle emeği" üzerinden hayat bulmaktaydı.

Bir kısım yönetici aile, birkaç düzine roma askeri, bazı ayrıcalıklı ve yabancı tüccarlar ( ticaret yapabilmek için Roma'nın icazeti gerekliydi), ve şehre yayılmış onlarca ticarethanenin sahibi olan bir kaç soylu asilzade.. Hamamlar, çarşı, pazar, eğlence yerleri, çamaşırhaneler.. ( Mesela çamaşır yıkama işi oldukça karlı bir işti ve yağlı lekeleri çıkarabildiği için temizlik sırasında insan idrarı kullanılmaktaydı. Merkezi Roma hükümeti de bunun farkındaydı ve önemli bir maddi gelirin olduğu bu yerlerde "idrar vergisi" bile uygulanmaktaydı)

Ama tüm bu bokun sidiğin içinde çalışan -hatta çalışmaktan bi-hal olup geberenler- kimdi.. ?

Köleler elbet..

Kabaca bir yaklaşımla, yirmibin civarında nüfusu olan şehrin, muhtemelen %50'den fazlası kölelerden oluşmaktaydı.  ( Yaşı 8-9 un altında olan "günahsız" çocukları saymıyorum bile)

Üstelik bu yeni bir şey değildi.

Roma zaten -ve kendini bildi bileli- hep böyleydi.

Tıpkı Mısır gibi, Roma İmparatorluğu da köle emeği, kanı ve iş-gücü üzerinden işleyen bir medeniyetti.

Demek ki neymiş?

O çok yüce Rabbimiz, dübürden sikiş yapmak ve fena halde içki içmek suretiyle kendisini sinir eden oldukça küçük bir azınlık için, aralarında çoluk-çocuk, yaşlı, genç, kadın , hasta ve hatta sokak köpeklerinin de bulunduğu büyük çoğunluğu (binlerce insanı) üzerlerine ateşler salıp yola getirme yönünde bir karar almıştı..

Çok mantıklı ve adaletli di mi ?

Ne demezsin..

Garibim köleler.. Tanrının yolladığı helak bile onları buldu.

Kızsak mı yoksa ibret mi alsak.. ( bilemedim inan)

İşte hikayemiz, tarihte sahne alışı itibariyle, böyle bir coğrafya ve ekonomik-kültürel formasyon içinde yaşandı.

Ve okuyalım bakalım, ne demiş Gaius Plinius Secundus'un yeğeni olan Galius  Plinius Caecilius, o günü anlatırken yazdığı mektupta;

" 24 ağustos günü ( vezüv'ün patlama günü) saat öğleden sonra bir civarında, annem O'na ( amcası Gaius Plinius Secundus'a) körfezin karşı ucunda çok tuhaf ve çok büyük boyutta bir bulut gördüğünü söyledi. Sonra bu bulut daha da garipleşti ve güneşin önüne de kapayacak şekilde genişledi. Amcam bu manzarayı gördükten sonra, önce soğuk suyla kısa bir banyo yaptı, ardından hafif birşeyler atıştırdı ve doğruca kütüphanesine koştu." ( kaynak: Gaius Plinius Ceacilius, 6. kitap 20. mektup * yanılmıyorsam)

Şimdi burada hemen bir parantez açalım..

Kimdir bu "hemen kütüphaneye" koşan Gaius Plinius Secundus ve "neden" kütüphaneye koşma gereği duymuştur o anda?

Efenim kendileri, o tarihte Misenium'da bulunan ( Ltf yukardaki hariya bakın. Misenium denilen şehir, az önce belirttiğim gibi, Napoli körfezinin öte ucunda, tam da Pompei'nin karşısında yer alan bir başka kıyı kentidir) Roma donanmasının komutanı olan şahıstır.

Lakin, sadece bir asker değildir..

Aynı zamanda oldukça meraklı ve çalışkan bir tabiat bilgini olarak nam salmış , hatta "Naturalis Historia" (Doğa Tarihi)  isimli ansiklopedik bir kitap bile kaleme almış olan bir bilim insanıdır.


Haliyle, hemen kütüphanesine koşmuş ve bu tür bir tabiat hadisesi karşısında kendisine yol gösterebilecek bir "bilgi" aramıştır?

Neden mi?

Çünkü Romalılar o güne kadar "yanardağ" nedir, nasıl birşeydir.. zerrece bilgi sahibi değillerdi.

Ne görmüşlerdi, ne duymuşlardı..

Aynı şey, Pompei sakinleri için de geçerliydi.

Bilmezlerdi yani.

Hatta o kadar bilmezlerdi ki; o tarihe kadar latince'de "yanardağ" diye bir kelime bile mevcut değildi.

Tabiat bilgini olan amca Gaius da , karşılaştığı manzara hakkında kütüphanede bişeyler bulamadı tabi..( böyle bir şey dünya tarihinde sanki ilk defa cereyan etmekteydi)

Peki sonra ne yaptı? Onu da Yeğen Gaius'tan dinleyelim yine;

"..Amcam bu devasa bulutu daha iyi izleyebilmek için dışarı çıktı, yüksekten bakabileceği bir yer aradı. Başlangıçta, bu bulutun/ dumanın Vezüv'den kaynaklandığını bilmiyorduk/ anlamamıştık. Nerden geldiği/ nerden çıktığı belli değildi, sadece dağın üstünden yukarı doğru genişlemeye ve büyümeye devam ediyordu. Bir süre böyle devam etti.. Sonra , ya havadaki ruhlar (tanrılar)ın etkisiyle, ya da kendi gövdesini taşıyamayacak kadar ağırlaşıp irileşmesi nedeniyle, kenarlarından tekrar aşağıya doğru çökmeye başladı..Bazen beyaz-aydınlık görünüyor, bazense koyulaşıyor ve karanlıklaşıyordu. Bu haliyle "fıstık çamı"na ( fine tee) benziyordu .."


Amca Gaius bu kadarıyla da yetinmedi.

Askerliğinin yanında bir doğa bilgini olmasını sağlayan o yoğun merakı, tabiat ve tabiat olaylarının mahiyetini çözmeye yönelik gözlem ve inceleme arzusuyla ( ki o güne kadar buna benzer birşeye sadece kendisi değil, hiçkimse şahit olmamıştı) daha yakından bakmak istedi manzaraya.. Ve bu amaçla, emri altındaki donanma subaylarına talimat vererek kayıklar ve gemiler hazırlattı. Körfezin batı tarafından denize açılacak ve Pompei kıyılarına yaklaşacaktı.

Öte yandan, Yeğen Gaius'un mektubundan da farkedildiği üzere, başlangıçta bu devasa duman ve bulut kütlesinin  vezüv ile ( ya da bir başka dağ ile) olan ilişkisi anlaşılmamıştı..

Karşıda bir kaç sıra dağ ve bunların üzerinde peydahlanmış devasa bir duman-bulut tabakası, inceleyebilecekleri tek şeydi.. Amca Gaius da doğal olarak, yakından -ve sürekli daha yakından- izlemek istemişti bu fenomeni.

Gemiler yola çıktı.. İçlerinden birinde Gaius da vardı. Kimi rivayetlere göre, pompei ve herkulaneum kıyılarına (bknz. harita) erken saatlerde ulaştırılan bazı gemiler sayesinde pek çok insan kurtarıldı. Ama felaketin henüz başlangıcıydı..

Ki bu felekatin binlerce kurbanı arasında, yukarda öyküsünü aktardığımız Roma donanma komutanı ve tabiat bilgini  Gaius Plinus Sekundus da vardı.

Kendisinin ölüm tarihi , Pompei 'nin yıkım tarihi ile aynıdır..  Vezüv'ün patladığı o gün, yani M.S. 79'un  24 Ağustos'unda, biraz da bilim ve araştırma aşkının kurbanı olarak hayatını kaybetmiştir aslında..

Zaten yukarda bölüm bölüm alıntıladığımız yeğen Gaius'un mektupları da, kendisine sonraki günlerde amcasının nasıl öldüğünü soran akrabalarını bilgilendirmek maksadıyla kaleme alınmıştır.

Yine bu mektuplara bakılırsa, Amca Gaius kendisine eşlik eden asker ve kölelerinin uyarılarına rağmen, her seferinde daha yakından görmek istediği buluta doğru büyük bir merakla yaklaşmış, bir ara arkasındakilerle mesafeyi oldukça açmış, sonra bi an nefes alamamış ve olduğu yere çöküp kalmıştır. Bugünkü bilgiler ışığında, muhtemelen zehirli bir gaz ( örn. metan) rüzgarının altında oksijensiz kalarak hayatını kaybetmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Neyse çok uzatmayayım.. amcasının aksine manzaraya uzaktan şahitlik eden yeğen Gaius ( o tarihte 17 yaşındaydı), vezüv'ün başına gelenleri en ufak detayına kadar anlatıp durmuştur gün boyunca.. Ve yaklaşık 2000 yıl öncesinden bugüne ulaşan mektupları sayesinde, günümüz modern jeofizikçileri açısından mucizevi değerde gözlem notları bırakmıştır geride.. Felaketin takip eden saatlerinde bu devasa bulutun nasıl yayıldığı, ardından yaşanan magma fışkırması, patlamanın etkisiyle dağın yamaçlarından aşağıya uzanan ve uzaktan bakıldığında sanki dağın bir tarafı çökmüş de akıyormuş/kayıyormuş izlenimi veren duman, basınç ve kül dalgası.. Hepsini anlatmıştır ince ince..

Hatta o kadar detaylı ve incelikli bir anlatımdır ki bu, bugün jeofizik alanında bu tür büyük yanardağ patlamalarına , Gaius Plinius' un anısına "plinian patlama" (plinian eruption) adı verilmiştir.

Gelelim Pompei ve çevresine..

Özellikle son 10-15 yılda yapılan çalışmalar, -günümüz teknolojisinin de yardımıyla- M.S. 79 da gerçekleşen Vezüv patlamasının öncesini, gelişimini, etki alanını, sonuçlarını, ve hatta kimlerin nerde nasıl öldüğüne dair en ufak ayrıntıları dahi açıklayabilecek bir mahiyete ulaşmıştır. Arkeolojik kazılardan elde edilen materyallerin labaratuvar incelemeleri, örneğin bulunan sünger taşları veya magma parçalarının elementer düzeyde analizleri, patlama anındaki magma hızını bile hesaplanabilir kılmıştır. ( saatte 250-300 km olarak hesaplanmıştır, oldukça yüksek bir hızdır)

Dahası, felaketten yaklaşık 50 yıl öncesinden başlayarak, patlama tarihine kadar yaşanan pek çok jeolojik hadise/ değişiklikle birlikte ,Vezüv'ün adeta "ben geliyorum" dediği sayısız kanıt bulunmuştur.

Örneğin, yeraltında genişleyen magma haznesinin etkisiyle kabaran toprağın deniz tabanını yükseltmesi, ve bunun sonucunda sahil kenarındaki evlerin ilk katlarının su altında kalması, yıllar içinde deniz suyu ve dalgalarıyla yavaş yavaş aşınan bina temelleri ve duvarları, takip eden dönemde sahile inşa edilen bentler vs.. Hepsi ortaya konmuştur.

İşin özeti;

Vezüv çapında bir yanardağ nasıl patlaması gerekiyorsa, aynen o şekilde patlamıştır.

Bütün "öncül" ve "doğal" işaretleriyle, yıllar içinde adeta gelişini haber vererek. ( yoksa ol dedim ol!.. ya da hadi patla bakem modunda değil annadınmı:)

Daha da ilginci, Pompei bölgesinde yapılan son kazılarda elde edilen bazı iskeletler, ilk başta M.S. 79'a ait olarak düşünülmüş, lakin gerek buluntuların gerekse kemiklerin üzerini kaplamış sünger taşlarının karbon testlerinde çıkan sonuçların çok daha eski bir tarihi ( bronz çağını) göstermesiyle, Vezüv'ün aslında Pompei'yi ve bölgesini haritadan silmeden nerdeyse iki bin yıl kadar önce, bir başka patlama daha gerçekleştirdiği keşfedilmiştir. İşte bu keşif, jeologlar açısından bir devrim niteliğinde kabul edilmiştir. Ve takip eden çalışmalarla birlikte,  M.Ö 1700-1800 civarında, yine aynı bölgede yaşanan benzer felaketin izleri sürülmüş, hatta bölgeyi terkeden popülasyonun göç yolları ve bunları ait kalıntılar da bulunmuştur.

Neymiş...

Demek ki yüce rabbimiz, her iki bin yılda bir Pompei ve çevresini düzenli olarak helak etmekteymiş..

Roma tabiyetindeki Pompei'den önceki kurbanlar ise, bronz çağının başka "ahlaksız" ve "sapıtıkları" imiş..

Tabi, taaabi :)

Gelelim şu heykelleşen insanlara ve diğer ayrıntılara.. ( bknz efenim, sanki hareket bile edememişler,  bi anda taş kesilmiş gibiler, en ufak bi sakınma hareketi bile göstermemişler  vesaire meselelerine)

Bu ve benzeri bütün "sallamalar" da, baştan aşağı saçma-sapanlık şaheserleridir.

Herşeyden önce, Pompei'de ölenlerin yalnızca bir kısmı "taşlaşmıştır"

Bununla birlikte, taşlaşma formasyonuna uğramadan ölüp, geride bildiğimiz kuru iskeletini bırakan binlerce kurban daha vardır.

Hele ki bazıları, bu kadarını bile bırakamamıştır.

Bunların hepsinin kendine özgü sebebi vardır (ve özellikle ) olay anında kurbanların bulundukları yer ile alakalıdır.

Vezüv, dumanlarını gökyüzüne devasa bir fıstık çamını andırır biçimde fışkırttığında, bu büyüklükte bir kül ve duman tabakası öncelikle güneşin önünü kapamış ve ortalık gündüz vakti gece gibi olmuştur.

Hemen ardından, atmosferin üst tabakalarına doğru büyük bir hız ve ısı ile yayılan bu kül ve gaz karışımı, ani soğuma ve basınç etkisiyle topaklaşmış, ve bugün " sünger taşı" olarak tarif edilen partiküller halinde şehrin üstüne yağmaya başlamıştır.

Yollar, sokaklar, evlerin çatıları.. her yer, kül, moloz ve sünger taşlarıyla kaplanmıştır.

İnsanlar , o güne kadar hiç bilmedikleri böyle dehşetli bir tabiat hadisesi karşısında ( gündüz vakti kararan ortalık, üzerlerine çöken devasa bir bulut , patlamaların korkunç gürültüsü, eşlik eden sarsıntılar, gökten yağan kül, moloz, vesaire..) panikle sağa sola kaçmaya başlamış, bir kısmı liman ve sahil tarafına çoğunluk ise zorunlu ve doğal olarak evlerine sığınmıştır.

Bazı evler ve barakalar ( köleler ve düşük tabakadakilerin yaşadığı barınaklar) gerek yağan sünger taşları ve kül, gerekse patlamaya eşlik eden sürekli depremler nedeniyle çökmüş ve binlerce insan zaten yaşadığı evin altında kapalı kalmıştır.

Daha dayanıklı (mermerden) evlerde yaşayan soylu ve zengin sınıf  nisbeten daha şanslıdır. En azından yıkılan bir evin altında kalmamışlardır. Lakin sokakları ve her yeri kaplayan (yaklaşık 50 cm kalınlığındaki) kül ve moloz tabakası karşısında, onlar da çaresizce beklemiş ve dışarı çıkamamışlardır.

Velem yekün, Pompei 'de can veren binlerce insan, bu şekilde sığındığı evde, barakada, villada tıkılı kalmak suretiyle sonunu beklemiştir. Ondan sonra artık gaz mı gelir, metandan mı zehirlenir, sıcaktan oksijensizlikten mi ölür..  Magma mı akar.. Hangisi varsa kaderinde, onu yaşamıştır.

Bu bakımdan, bugün bu dinci tayfanın inanılmaz bir cahillik ve arsızlıkla sıralayıp durdukları; bakın efenim anne kucağında bebeğiyle... öbürü yatağında, uyku anında.. beriki çömeldiği yerde.. sanki bir anda, vs. saçmalıkları karşısında sormak gerekir tabi; E nası ölecekti insan böyle bir ortamda acaba?!

Gelelim dışarıya;


Şu iki fotoğraftan da kolaylıkla farkedilebileceği üzere; ölenler "tek tip" ölmediler naçizane.

Örneğin Herkülenium ( bknz harita) sahilinde panik içinde toplananlar  (ki çoğunluğu kölelerdi) patlamayla birlikte dağdan aşağıya doğru akan binlerce derecelik bir kül, ateş ve gaz dalgasının, deniz seviyesinde karşılaştığı ani atmosfer basıncı ve ısı farklılığı nedeniyle, adeta duvardan seker gibi geri tepip, sahilde bekleyen kendilerini vurmasıyla ölmüştür.
Bu dalga, kaçacak başka yerleri olmadığı için kıyıda çaresizce bekleyen yüzlerce insanı , çok yüksek derecedeki kül ve partikül tabakası ile -sanki vücutlarını sıvamış gibi- yutmuş, eritmiş, ve/ ama sıvadığı bu bedenlerin dışında bir kabuk misali kalmıştır adeta. ( Bu figürlerin içi boştur çoğunlukla)

Zaten bu tür heykelleşmiş insan kalıntılarının büyük çoğunluğu Pompei'ye değil, 8-10 km uzaklıktaki Herkilenium şehrine ve onun sakinlerine aittir.

Öte yandan, hemen ikinci fotoğraftan izlenebileceği üzere, başka şekilde ölen yüzlerce/ binlerce insan da vardır. Örneğin yine kıyıda, ama açıkta beklemektense sahilin hemen dibindeki balıkçı sığınaklarına saklananlar.. ( Bunların tamamı kölelerdir)

İşte bu çaresiz insanlar, kapalı bir mekanda oldukları için akıp gelen kül ve ateş dalgası ile doğrudan karşılaşmamış/ temas etmemiş, lakin bu dalganın binlerce dereceye varan sıcaklığının etkisiyle, saklandıkları sığınaklarda, gerçek anlamda "haşlanarak" ve "pişerek" ölmüşlerdir.. Her birinin kafatasında bolca çatlak/ patlak izlenir, çünkü bütün vücutlarıyla birlikte beyinleri de haşlanmış ve genleşmek suretiyle kafataslarını infilak ettirmiştir. Bunlardan geriye kalanlar ise ( doğal olarak) heykelleşmiş bedenler değil , yalnızca iskeletleridir. Hiçbir yumuşak doku kalmadığı için, sadece iskeletleri günümüze ulaşabilmiştir.


Nihayetinde...

Yazı bir hayli uzun oldu.

Umarım derdimi anlatabilmişimdir:)

3 yorum:

  1. Evet yıkıcı güç pyroclastic akıntıdır. Korkunç hızı ve çok yüksek ısısı bu dalgayı karşı konulamaz yapar. Büyükçe bir meteor düştüğünde de aynı akıntı meydana gelir haliyle aynı sonla karşılacağımız şüphesiz... Sadece karafatmalar dostum :)

    YanıtlaSil
  2. E onlara imtehan yok tabi, yaşasınlar, he he :)

    YanıtlaSil
  3. Ulan varya 250 km hızla akan ve muazzam patlamayı bile normal görüyorsunuz allah'ın azabı elbet sizide yakalar ömür dediğin kaç yıl elbet bitecek bu arada çıkan muazzam sesi unutmuşsun yazmayı işinemi gelmedi yoksa suç bizim aslında ilk ayeti oku olan kitabı uygulamıyoruz meydan sizin gibi ataitlere kalıyor

    YanıtlaSil